ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE HALKÇILIK
Giriş
Türk Devletinin ana nitelikleri, Atatürk’ün devlet anlayışına hakim olan üç temel ilkeden -milli devlet, tam bağımsızlık, milli egemenlik- ile Atatürk’ün bütün faaliyet ve inkılaplarına yön vermiş olan çağdaşlaşma hedefinden kaynaklanmaktadır. Bu nitelikler ilk önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkasınca parti programının ilkeleri olarak benimsenmiş, 5 Şubat 1937 tarihli Anayasa değişikliği ile de devletin temel nitelikleri haline getirilmiştir. Bu ilkeler; Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılıktır. Bunlar, birbirinden bağımsız ve birbiriyle ilgisiz ilkeler değildir. Tersine, bunların tümü, Atatürkçü Düşünce Sistemi adını verdiğimiz tutarlı bir bütünü oluşturmaktadır. [1]
Atatürkçülük, sürekli gelişen, dinamik bir amaç olan, “Çağdaşlaşma ve Tam Bağımsızlık” mücadelemizi yönlendiren evrensel ve çok insancıl bir düşünce sistemidir. Bu sistemin nedenlerini bir sistem mantığı içinde incelersek onu ve ilkelerini daha kolay anlar ve öğreniriz. Bu sistemin, devlet hayatına veya devlet yönetimine ilişkin olarak yapılması veya ulaşılması gereken nitelikleri ile vatandaş olarak yapmamız veya ulaşmamız gereken fikri nitelikleri vardır.
Devletin hedefi olarak, sürekli gelişen, dinamik bir amaç, ideal olan; “Her konuda dünyada tam bağımsız bir devlet olmayı” sağlamak zorundayız. Çünkü, uluslararası ilişkilerde, devletlerin çıkarları esastır. Savaşın ve barışın nedeni milletlerin uluslararası çıkarlarının paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda; milli gücü çağdaş medeniyet seviyesi üzerinde olan devletler, çıkarlarını korumak için az gelişmiş devletleri baskı altına alırlar. Şayet milli gücümüzü çağdaş medeniyet seviyesi üzerine çıkarıp tam bağımsızlığımızı sağlayamazsak, gelişmiş devletlerin her konuda baskılarından, tutsağı ve kölesi olmaktan kurtulamayız. Bu nedenle devletimiz; “Milli Gücümüzü çağdaş medeniyet seviyesi üstüne çıkarmak” zorundadır. Çünkü, Milli Gücümüzü oluşturan; Ekonomik, Toplumsal- Hukuksal, Eğitim-Kültürel, Siyasi-Askeri bütün alanlarda bilimsel açıdan “Devrimcilik” ilkesine göre sürekli gelişmeyi, fark yaratmayı sağlamak ve çağdaş medeniyet seviyesi üzerine çıkmak gerekir. Bununla birlikte; Devletin yönetim sistemi, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu “Cumhuriyet” olmak zorundadır. Çünkü, egemenlik kayıtsız, şartsız milletin olursa, kişi hak ve hürriyetleri olur. “Halk” demokratik bir şekilde, kendi, kendisini yöneterek, ortak çıkarlarını koruyabilir, iç barış gerçekleşir ve gelişmenin devamlılığı sağlanır. Bunun için de bizler birer vatandaş olarak, bir takım dogmalardan, inanca dayalı dini ön kabullerden, şark zihniyetinden kurtularak, aklını hür olarak kullanabilen, bilimsel fikirler üreten, vicdanen hür, “Laik” olan, milletini seven ve milleti için bilimsel yenilikler üretebilen, “Atatürk Milliyetçisi” bir toplum olmak zorundayız. Bizler her türlü konuda, araştırmalarla, gerçek, doğru, deneylere dayalı bilgiler elde ederek, biriktirerek, kullanarak çözümler üreten bir “Bilgi Toplumu” oluşturabilir ve böylece insanlığın ortak ihtiyaçlarını, sorunlarını karşılayabilir ve kendi ülkemizin milli gücünü geliştirmeyi sağlayabiliriz. Ata’mızın ortalama yüz yıl önce belirlediği bu sistem, bu gün çağdaş dünyanın ulaşmaya çalıştığı “Bilgi Çağı”dır. Bizler de bu gün bilgi çağını yaşamaya hazır bir toplum olmalıyız.
Halkçılık İlkesi ve Önemi
Atatürkçü Düşünce Sisteminin, milliyetçilik, milli egemenlik ve tam bağımsızlık ilkeleri ile birlikte, halkçılık ilkesi de daha milli mücadelenin ilk günlerinden beri en çok vurgulanan unsurlarından biridir. Halkçılık, Atatürk’ün milli mücadele yıllarında yaptığı sayısız konuşmalarında yeni rejimin temel yönlendirici ilkelerinden biri olarak yer almıştır. Mesela, Atatürk 1920 yılında “Bugünkü mevcudiyetimizin asli mahiyeti, milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir… İdareyi halka teslim etmek için çalışalım.” Diyerek siyasi sistemin ne olacağını ortaya koymuştur. [2] Atatürk'ün Halkçılık Programından arzuladığı husus, Türk halkının ekonomik ve sosyal çıkarlarından güç alan bir toplumsal inkılâbı gerçekleştirmekti. Atatürk, bu programı aynı zamanda millileştirme doğrultusunda da uygulamak istiyordu. Nitekim, 1 Mayıs 1920'de yaptığı konuşmada şöyle demekteydi: “Burada maksût olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan İslâm unsurlarıdır, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsur-u İslama münhasır değildir. İslâm unsurlarından mürekkep bir kitleye aittir” [3] . Atatürk Türk halkını tanımlarken şunları da ilâve etmiştir: Irken, dinen, kültür bakımından birbirlerine karşı saygılı ve özveri duygulanyla dolu ve geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumsal heyettir. [4] Halkçılık Programına göre, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti "halk hükümeti" olacak ve egemenlik kayıtsız, şartsız milletin olacaktır. Atatürk, bütün sınıfların birbirlerine yardımlarını, hepsinin çıkarının aynı derecede eşit olmasını, sınıflar arasında fark olmaması gerektiğini çok açık bir şekilde ifade etmiştir: "Biz, memleket halkı efrat ve muhtelif sınıf mensuplarının, yekdiğerine yardımlarını, aynı kıymet ve mahiyette görürüz, hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı müsavatperverlik hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarz milletin umumi refahı, devlet bünyesinin düzenlenmesi için, daha muvafık olduğu kanaatındayız. Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, velhasıl herhangi bir içtimâi müessesede faal bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete bu telâkki ile azamı nâfî olmak ve milletin emniyet ve iradesini, mahalline sarf edebilmek, bizce, bizim anladığımız manada, halk hükümeti idaresiyle mümkün olur. Milleti temsil ve idare eden, Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümetlin istinat ettiği fırka da bu esası prensip dahilinde, tefriksiz bütün Türkiye halkına şamil, milletin umumî menfaatiyle alâkadar, Cumhuriyet Halk Fırkası'dır. Fırka, millete, vekillerinin intihabında, delalet etmek ve fikrî ve amelî hayatta, fikrî umumiyetle millî terbiyede halkçılık şuuru ve harsını inkişaf ettirmek suretiyle, pek büyük vazife ifa etmektedir" [5] Halkçılık İlkesi, bireyler arasında hiçbir fark görmemek, toplum içinde ayrıcalık kabul etmemek, “Halk” adı verilen tek ve eşit bir varlık tanımak görüş ve tutumu olarak tanımlanmaktadır. Halkçılık, halk devleti, halk yönetimi, halkın kendi geleceğine egemen olması, yani siyasi demokrasi olarak kabul edilir. [6] 20 Ocak 1921 tarihli Anayasanın 1.maddesi egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu öne sürdüğü gibi "İdare şekli halkın geleceğini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalı"dır diyerek halkçılık ilkesini ön plâna çıkarır. 1 Mart 1921'de ise; Atatürk " İç siyasetimizde var olan halkçılık ilkesi, yani milletin kendi geleceğine hâkim kılmak esası Anayasamızda tespit edilmiştir" diyerek halkçılığın devlet için önemini vurgulamıştır. [7]
Milli Mücadele Tarihimizde Son Derece Önemli Rol Oynamış Olan Halkçılık İlkesinin Unsurları
Halkçılık ilkesi, birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olan dört unsuru kapsamaktadır; Birincisi; Halkçılık ilkesi, siyasi demokrasi ile eş anlamlıdır.Demokrasiye ters düşen bütün düşünce sistemlerine, ideolojilere karşıdır. İkincisi; Halkçılık ilkesi kanun önünde herkesin kesinlikle eşit olmasını, hiçbir kişi veya zümreye ayrıcalık tanınmamasını, sosyal düzenin kişilerin düşünür ve çalışkan olmasına dayanması gerektiğini ve bu kişilerden oluşan halkın siyasi güce sahip olmasını öngörür. Üçüncüsü; Halkçılık ilkesi, iç barışı öngörür. Bunun için, halkın sınıf mücadelesi yapması yerine iş bölümüne dayanan çalışma grupları içinde sürekli gelişmeyi sağlamalarını, devletin de milli gelirin dağılımını kontrol ederek adaleti sağlamasını öngörür. [8] Dördüncüsü ise; Halkçılığın uygulanmasında esas olarak, halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaktır. [9]
Halkçılık İlkesi, Siyasi Demokrasi İle Eş Anlamlıdır.Demokrasiye Ters Düşen Bütün Düşünce Sistemlerine, İdeolojilere Karşıdır.
Atatürk, medeni bilgiler kitabına esas olan notlarında halkçılık ile “demokrasi prensibi” ni aynı anlamda kullanmıştır. Bu prensibe göre irade ve hakimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, milli hakimiyet şekline dönüşmüştür. Halkçılık (veya demokrasi) ilkesi ile milli egemenlik arasında çok yakın ilişki olduğuna şüphe yoktur. Daha doğrusu, halkçılık, milli egemenlik ilkesinin tabii ve zorunlu sonucudur. Egemenliğin millette olduğu bir devlette hükümet sisteminin de elbette halkın kendi kendisini yönetmesi, yani demokrasi olması gerekir. Atatürkçü milli egemenlik anlayışı, soyut ve demokrasiden uzak bir milli egemenlik anlayışı değildir. Atatürkçülük, sadece hükümdarın kişisel egemenliğini yıkmayı değil, onun yerine halk yönetimini yani demokrasiyi geçirmeyi amaçlamıştır. Atatürkçü düşünce sisteminde milli egemenliğin halkçılık ilkesi ile tamamlanması, ona demokratik içerik kazandırmıştır. [10] Atatürk, demokrasiye (Halkçılığa) hücum eden teorilerin çok haksız olduklarını belirtmiş ve dolaylı olarak halkçılığı değerlendirmiş ve anlamının mukayeseli olarak ortaya çıkmasına yardım etmiştir. Demokrasinin bu kavramı, bazı teorilerin hücumuna hedef olmaktadır. Bolşevik teorileri, ihtilalci siyasi sendikalizm teorisi, çıkarların temsili teorisi. Bu teorilerin, demokrasi teorimize hücumda ne kadar haksız olduklarını kısaca açıklayalım: Bolşevik teorisinde millet içinden, işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir azınlık, ekonomik esaslara dayanan komünist partisi altında birleşerek bîr diktatörlük kurmuşlardır. Amaçlarında milli değildirler. Kişisel hürriyet ve eşitlik tanımazlar.Halk egemenliğine saygıları yoktur. İçte halkın çoğunluğunu kaba kuvvet kullanarak, görüşlerini kabullenmeye zorlarlar, yurtdışında, propaganda ve ihtilal teşkilatı ile bütün dünya milletlerine, kendi prensiplerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükümet kurmaktan amaç, ilk önce kişisel hürriyetin sağlanmasıdır. Bolşevik hükümetinde keyfi idare özelliği görülmektedir. Bir toplumun, zorla bir kısım insanlıkların görüşlerinin esiri yapılarak aciz bir şekilde yaşatılmasına, doğal ve akla uygun bir hükümet sistemi görüşü ile bakılamaz. İhtilalci, siyasi sendikalizm teorisyenleri de, her türlü siyasi kurtuluşları, yalnız kendi çıkarları lehine çalıştırmak ve sonunda siyasi kuvvet ve egemenliği ellerine geçirmek isteyen işçi gruplarıdır.Bunlar, amaçlarını zorla elde etmek fırsatını beklerken, zaman, zaman genel grevler yaparak, hükümet adamları üzerinde etkili oluyorlar ve bazı işleri kendi lehlerine çözümlettiriyorlar, yavaş yavaş varlıklarını hissettiriyorlar...(Bazı memleketlerde) bu teorisyenleri az çok tatmin için, millet meclisi yanında, ekonomik nitelikli üyesi onlardan olmak üzere bir meclis yapmışlardır. Bizde Âli İktisat Meclisi (Yüksek Ekonomi Meclisi) vardır. Fakat bu, herhangi bir zorlama üzerine değil, doğrudan doğruya hükümetin faydalı görmesinden, danışma amacıyla meydana getirdiği bir kuruldur.Çıkarların temsili teorisi; çeşitli meslek, sanat ve iş adamları, toplum içinde ayrı ayrı birer grup, birer küçük toplum halinde düşünülürse, her bir grubun bir birinden farklı çıkarları vardır. Bundan dolayı, diyorlar ki; özel çıkar sahibi gruplar, ayrı ayrı, mecliste kendilerini temsil etmelidirler. Bu durumda seçim, millet kişilerinin çoğunluğu tarafından değil, gruplar tarafından ve grupların sahip olduğu çıkar derecesine uyumlu olarak sonuçlanacaktır. Mecliste, bu gruplardan bir kaçı birleşip, iktidara geçince, yalnız kendi çıkarları lehine çalışacaklardır. Buna kim engel olacaktır ?İşte bu sebeplerden dolayıdır ki biz, bu ve bundan önceki teorileri memleket ve milletimiz için uygun görmüyoruz, Biz, memleket halkı, kişi ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını aynı kıymet ve nitelikte görürüz. Hepsinin çıkarlarının aynı derecede ve aynı eşitlik duygusu ile karşılanmasına çalışmak isteriz. Bu şeklin, milletin genel refahı, devlet bünyesinin sağlamlaştırılması için daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele, tüccar,sanatkar, asker, doktor, kısacası herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın hak, çıkar ve hürriyeti eşittir. Devlete, bu anlayış ile azami yardımcı olmak ve milletin güven ve iradesini yerinde sarfedebilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükümeti idaresi ile mümkün olur." [11] Bu yönden halk için çalışan bir halk hükümetinin bütün sorumluları, halk ile temaslarında halka inan ve inanç vermeyi daima dikkate almalıdırlar. Halkçılık ilkesi kanun önünde herkesin kesinlikle eşit olmasını, hiçbir kişi veya zümreye ayrıcalık tanınmamasını, sosyal düzenin kişilerin düşünür ve çalışkan olmasına dayanması gerektiğini ve bu kişilerden oluşan halkın siyasi güce sahip olmasını öngörür. Atatürkçülükte halkçılık anlayışının ikinci unsuru, milletin genel hakları dışında hiçbir kişiye veya zümreye ayrıcalık tanımamaktır. Atatürkçülük, kanunlar önünde eşitliği gerektirir ve toplum hayatında her türlü ayrıcalığı reddeder. Kanun önünde eşitlik ve her türlü ayrıcalığın reddi anlamında olup, daha fazla açıklamaya gerek göstermeyecek derecede açıktır. Aslında, halkçılığın bu unsurunun, birinci unsur olan demokrasinin bir sonucu olduğundan şüphe yoktur. Çünkü bir demokraside vatandaşların kanun önünde eşit olması ve hiçbir kişi veya zümreye ayrıcalık tanınmaması son derece tabiidir. [12] Atatürk'e göre "Türkiye halk ırki veya dinî ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumdur.” [13] Bu tanımlamadan anlaşılıyor ki, halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir, bir ayrıcalığa sebep olacak hiçbir nedeni kabul etmez ve bir bütündür. Atatürkçülükle Türk halkının kanun önünde eşitliği benimsenmekle birlikte, onun sorumluluğu da belirlenmiştir. Bu sorumluluk, çalışmaktır. Atatürk, kişilerin çalışmaması halinde toplumun yaşamasını ve varlığını tehlikede görür. Halkçılık ilkesine göre, Türkiye'de sosyal düzen, kişinin çalışmasına dayanılarak korunabilir ve sürdürülebilir. Atatürk "Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur ! O halde... Halkçılık, toplum düzenini, çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir." [14] diyerek Halkçılık ve çalışmanın doğrudan ilişkisini açıkça ortaya koymuştur. Atatürkçülük halkın ilerlemesini öngörür. Çalışmayı ilerlemenin temel esası olarak ele alır. Bu nedenle Atatürk " İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azamiderecede yararlanmak zorunludur." [15] sözleri ile çalışmanın önemini vurgulamış, çalışmanın hangi nitelikte bir çalışma olması gerektiğini belirtmiştir. Atatürk, çalışan halkın devletine “Halk Devleti”der. Bu halk devletindeki kişilerin de, çalışarak düşünür bir duruma gelmesini ister. Çalışmanın, kişileri düşünen bir varlık haline getirecek nitelikte olmasını söyler. Demokrasinin korunması ve sürdürülmesi için, bu şartın gerçekleştirilmesini ister. Atatürk'ün bu konudaki sözleri şöyledir : " işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani kişiden başlıyoruz. Kişiler düşünür olmadıkça, hangi haklara sahip olduğunu anlamadıkça, kitleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yönlere yöneltilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceği ile bizzat ilgilenmesi lâzımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kurum elbette sağlam olur, şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zorluluğu vardır.Birincisinin meydana gelmesi halinde bütün insanlık için amaca ulaşmak kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddi imkânı henüz bulunamadığından, bazı teşebbüs sahipleri, milletlere verilmesi gereken yönün verilmesinde öncülükte bulunuyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir. Biz memleketimiz dahilindeki seyahatlerimizde elbette birinci şekilde başlamış olan millî teşkilâtımızın hakiki başlangıca, kişiye kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru gerçek şekillenmenin başladığını büyük memnunlukla gördük. Bununla beraber tam anlamıyla olgunlaşma derecesine ulaşıldığını iddia edemeyiz. Bunun için özel suretle aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin oluşması amacına özel suretle mesai harcamamız millî ve vatani bir vazife olarak kabul edilmelidir." [16] Atatürk, kişilerin, her konuda düşünür olması ve kendi hakkı olan siyasi gücüne sahip olması esasına her zaman değinir. Bu nedenle halkçılık anlayışında halkın siyasi yeteneklerinin gelişmesi ve bu yönden halkın siyasi eğitiminin, kendilerini halkın üstünde görenlere ve böyle bir davranışta bulunacaklara karşı en güçlü önlem olarak millî müesseseler kurulmasını, bu millî müesseselerin kurulabilmesi için de halka siyasi terbiye verilmesini önerir. Bunu, demokrasiyi koruyan temel taşlardan biri sayar. Atatürk, kendilerini halkın üstünde görenlere karşı " Bir kişi olarak ve tekrar millet tarafından seçilirsem, Türkiye Büyük Millet Meclisinde üye sıfatı ile çalışmayı vazife olarak kabu! ediyorum.Ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde durumlar yaratmaya kalkışmayalım. Biz hepimiz o şekilde çalışalım ki, kuracağımız şey, millî bir müessese olsun. Bu da, millete siyasi terbiye vermekle olur. " [17] diyerek siyasi terbiyenin önemini vurgulamıştır. Bir iş, eğer millet anlar ve uygularsa, millî amaçlara önemli katkısı olursa, millî olur.
Halkçılık ilkesi, iç barışı öngörür. Bunun için, halkın sınıf mücadelesi yapması yerine iş bölümüne dayanan çalışma grupları içinde sürekli gelişmeyi sağlamalarını, devletin de milli gelirin dağılımını kontrol ederek adaleti sağlamasını öngörür
Atatürk’ün, halkçılık deyimini, sadece halk yönetimi veya siyasi demokrasi anlamında değil, aynı zamanda Türk toplumuna vermek istediği yeni sosyal ve ekonomik düzeni ifade için kullandığına şüphe yoktur.Atatürkçü halkçılık anlayışı, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, toplumun ekonomik bakımdan zayıf kesimlerinin korunmasına ve güçlendirilmesine, adaletli gelir dağılımına büyük önem vermekle beraber, sınıf mücadelesini reddeder. Atatürk, milli mücadelenin ilk günlerinden beri, kendi halkçılık anlayışının kominizmle ilgisi olmadığını sürekli olarak vurgulamıştır.Atatürk için Türk toplumu, menfaatleri bir biriyle çatışan ve aralarında zorunlu olarak bir mücadele olması gereken sınıflardan değil, birbirine muhtaç olan ve aralarında uyum bulunan çeşitli çalışma gruplarından oluşmuştur.Türk halkının sosyal yapısı, sınıf kavgası için uygun olmayan bir yapıdır. Çünkü halkın içinde çalışanlar arasında, bir çıkar çatışması yoktur. Mevcut sınıflardan biri olunca öbürünün de olması, kaçınılmaz bir gerçektir.Atatürk bu konudaki görüşlerini; " Bizim halkımız, çıkarlar: birbirinden fark!ı sınıf halinde değil; aksine varlıkları ve çalışmalarının sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir.Bu dakikada dinleyenlerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi bir diğerine karşı olabilir. Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir.Bugün mevcut fabrikalarımızda ve daha çok olmasını dilediğimiz fabrika!arımızda kendi işçimiz çalışmalıdır. Refah içinde ve memnun o!arak çalışmalıdırlar ve bütün bu saydığımız sınıfar, aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek tadını tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsinler. " [18] şeklinde açıklamıştır. Bu ifadelerden Atatürk’ün, sosyolojik bir gerçeklik olarak sınıf olgusunu inkar ettiği değil, Türk toplumunda sınıf mücadelesini gereksiz ve yararsız gördüğü sonucunu çıkarmak gerekir. [19]
Halkçılığın Uygulanmasında Esas, Halkın Maddi Ve Manevi İhtiyaçlarını Karşılamaktır
Halkçılığın uygulanmasında temel esas ,"Sınıf mücadelesi yerine sosyal düzeni ve dayanışmayı sağlamak ve birbirine zarar vermeyecek (ters düşmeyecek, bozmayacak) şekilde çıkarlarda uyum sağlamak; çıkarları, kabiliyet beceri ve çalışma derecesiyle uyumlu olarak tertiplemek " [20] olduğuna göre, hangi kuruluş bu sorumluluğu yüklenecektir ? Atatürk bunu, devlete yükler. Devlet, milli gelirin dengeli ve uyumlu olarak dağıtımında, yönetimde, kalkınmanın sağlanmasında, halk yararının gözetilmesinde vazife yapacaktır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için devlet, önlemler alacaktır, yasalar çıkaracaktır. Atatürk, bu konuda " Millî gelirin dağılımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlere, daha yüksek refah sağlanması; millî birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima gözönünde tutmak, millî birliğin temsilcisi olan devletin önemli vazifesidir. " [21] demektedir.Halkçılığı Uygulamada Esas, Halkın Maddi ve Manevi ihtiyaçlarını Karşılamaktır: " Milleti idare prensibimiz milletin ortak ve genel düşünce ve eğilimine uymaktır. Bu düşünce ve eğilimin gerçek ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. " [22] Bu yönden halkçılığı uygulamakta, Devlet-Halk ilişkilerini düzenlemekte halk şikâyetleri, önemli yer tutar. Bu şikâyetlerin ve dileklerin amaçları şunlardır : Devletin işlerinin nasıl yürüdüğünü anlamak, halkın aydınlanma ihtiyaçlarının hangi noktalarda olduğunu göstermektedir. Atatürk bu konuda şöyle demiştir. " Şikâyetler, devlet teşkilâtımızda daima esaslı bir yankı uyandırmalıdır. Hükümete gelen her başvuru ve şikâyet, sıradan memurların değil, bizzat Bakanın (veya bölgesinde valinin) imzalayacağı (olumlu veya olumsuz olsun) gerekçelere dayanan bir cevapla karşılanmalıdır. " [23] " Bu şikâyetler, tek tek incelenmekle beraber, bunların konularına göre sınıflandırıldıktan sonra meydana gelecek tablonun toptan incelenmesi, büyük halk tabakalarının hangi ıstıraplarla yüklü olduğunu gösterir. " [24] Yukarıdaki amaca ulaşmak için halkın şikâyetlerini almak, doğruyu yanlıştan ayırmak, sınıflandırmak gerekir. Böyle bir çalışma, halka dönük, halkla beraber, halk için çalışan bir halk hükümetinin yönetiminin sonuçlarını takip etmesini sağlar ; bu, halktaki etkisine göre, yönetimin bir tür kontrol sistemidir.Bu, şikâyet sahiplerinin şikâyetlerinin giderilmesinden çok, hükümetin icraatının genel olarak başarılı olup olmadığını gösterir. Bu, devlet idaresinde halkçılığın bir gereğidir.Ayrıca kamuoyunun hangi noktalarda aydınlatılmaya ihtiyacı olduğunu da gösterir. Halk şikâyetlerinin ve incelemesinin, cevabının verilmesinin bir esasa bağlanması gerekir. Çünkü güçlü olması zorunlu olan " Hükümeti zayıf düşüren önemli nedenlerden birisi de, halk şikâyetlerinin kayıtsızlığa uğramasıdır. " [25]
Sonuç
Atatürkçü düşünce sistemimizi şartlar ne olursa olsun, korumalı ve bir milli heyecan olarak sürekli canlı tutmalıyız. “Halkçılık ilkesi”, Atatürkçü düşünce Sisteminin en önemli ilkelerinden birisidir. Halk olarak, kendi, kendimizi yönetme gücümüzü, kanunlar önünde eşit, sınıfsız ve zümresiz bir toplum olma özelliğimizi kaybetmemeliyiz. Tarihimiz boyunca büyük diyetler ödeyerek elde ettiğimiz bu hakları temsil eden “ Halkçılık ilkesini” halkı sınıflara bölen, parçalayan bir takım çıkar gruplarına, yıkıcı, bölücü ve irticai terör unsurlarına kaptırmamalıyız. Onu kaybedersek, kişisel hak ve hürriyetlerimizi, onurumuzu, huzurumuzu, can ve mal güvenliğimizi, çağdaş milletler gibi zenginliğe ve huzura ulaşma ümidimizi kaybederiz.