Bu çalışmada risk toplumu tartışmaları çerçevesinde Türkiye’nin özgün sanayileşme ve modernleşme dinamikleri incelenecektir. Öncelikle birbirleriyle ilişkili hatta örtüşen iki kavram olan sanayileşme ve modernleşme kavramları ele alınırken, tarım, sanayi ve enformasyon toplumu gibi üç ayrı toplum sürecini farklı düzeylerde de olsa birlikte yaşayan bir ülke olarak Türkiye’nin, sanayileşme ve modernleşme süreçlerinin neresinde olduğu yine risk toplumu tartışmaları bağlamında değerlendirilecektir.
GİRİŞ
Sanayileşme kavramı dinamik bir bakış açısıyla ele alındığında, sadece ekonomik bir olguyu değil, fakat çok çeşitli sosyal, siyasal, kurumsal ve kültürel nitelikler taşıyan karmaşık bir süreci tanımladığı söylenebilir. Günümüzde azgelişmiş ülkeleri, sanayileşmiş ülkelerin durumu ile birlikte dünya ölçeğinde ele alındığında, aslında azgelişmişlik ve sanayileşmenin birbirini dışlamayan iki süreç olduğu görülür. Bu bağlamda bir toplumun sanayileşmesini doğuran tarihsel/ toplumsal süreci sadece o toplumun kendi iç dinamiği ile değil, dünya ekonomik sisteminin işleyişi ve diğer sanayileşmiş toplumlarla girdiği ilişkiler temelinde de değerlendirmek gerekmektedir. [1] Azgelişmiş ülkelerin kalkınma ve modernleşme yolu, geleneksel yapı ve ilişkilerin çözülerek, sanayileşmesinden geçmektedir, fakat günümüzde sanayileşme risk olgusunun kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanayileşme küresel ölçekte yayıldıkça, yol açtığı riskler de katlanarak artmaktadır. Bu riskler kaynağı ile sınırlı olmayıp, doğaları gereği dünya üzerindeki her türlü yaşam biçimini tehdit etmektedir. Nükleer kazalar, asit yağmurları, radyoaktif sızıntılar zaman ve mekan sınırı tanımamaktadır. Yüksek riskli sanayilerin küreselleşmesi riskin ve sonuçlarının bilimsel olarak hesaplanmasını imkansız hale getirmektedir. [2]
RİSK TOPLUMU TARTIŞMALARI
Risk, modernleşme sürecinin yol açtığı tehditlerle sistematik olarak karşı karşıya kalma olarak tanımlanmaktadır. [3] Sosyokültürel perspektif içindeki temel yaklaşımlardan biri olan "risk toplumu" yaklaşımında makro düzeyde ele alınan riskin güncel anlamları ve stratejileri yer almaktadır. Risk toplumuna dönüşen Batılı toplumların yaşadığı düşünümsellik, bireyselleşme ve globalleşme gibi temel süreçler yine bu yaklaşım kapsamında ele alınmaktadır. Risk toplumu tezinin iki temel yaklaşımı, Ulrich Beck ve Anthony Giddens tarafından ileri sürülmüştür. Başlangıçta bu iki kuramcı, risk ve geç modernite konularındaki yaklaşımlarını birbirlerinden ayrı olarak geliştirmekle birlikte, iki çalışmada ortak birtakım unsurlar bulunmaktadır. [4]
Giddens ve Beck, her iki kuramcı da modernleşme süreci sonunda ortaya çıkan risk kavramını günümüz dönemi içerisinde merkezi bir ilgi alanı olarak görmektedirler. Riskler, geç modernite döneminde karakterlerini değiştirerek zaman ve mekan boyutlarında büyük etkiler göstermektedirler. Giddens ve Beck, geç modernite döneminde belirsizlik ve güvensizliğe karşı gösterilen başlıca tepki olarak düşünümselliği ön plana çıkararak, riskin daha çok politik yönü ile ilgilenmişlerdir. Her iki kuramcı da, halktan kimselerin riske bakış açıları üzerinde durarak, özellikle bu kimselerin uzmanlara, devlete ve endüstriye gösterdikleri tepkileri araştırmaktadırlar. Giddens ve Beck, zayıf bir toplumsal yapılaşmacı yaklaşımla risk konusunu ele alırlarken, dikkatlerini riskin nasıl üretildiği, makro düzeyde toplumda riskin üstesinden nasıl gelindiği, riskin toplumsal ve politik alanda yaptığı etkilerin neler olduğu gibi konulara yöneltmektedirler. [5]
Beck'in ileri sürdüğü 'risk toplumu' kavramı temelde bir modernleşme anlayışıdır. Beck'e göre toplumsal değişme, temel olarak üç aşamada gerçekleşmektedir: modernite öncesi, basit modernite ve son olarak da düşünümsel modernite'dir. Bu görüşe göre, modernite daha çok sanayi toplumu ile ilişkili iken, yeni düşünümsel modernite risk toplumu ile ilişkilidir. Sanayi toplumu ve risk toplumu Beck'e göre farklı toplumsal oluşumlardır. [6] Beck, günümüz Batı toplumlarında yaşayan bireylerin sanayi toplumunun risk toplumuna dönüştüğü bir geçiş aşamasında yaşadıklarını ileri sürmektedir. Bu geçiş sürecinde, zenginliğin üretimi modernliğin sonucu olarak ortaya çıkan risklerle birlikte görülmektedir. [7] Risk toplumu kavramı içerisinde sanayi toplumunda meydana gelen değişiminin üç safhası kastedilmektedir. Birincisi, modern sanayi toplumuyla doğa ve kültür kaynakları arasındaki ilişkidir. Modern sanayi toplumu, modernleşmenin kendisini kabul ettirmesiyle birlikte, tüketilip ayrıştırılan bu kaynaklara bir dayanak oluşturmaktadır. İkincisi, toplumla kendisi tarafından yaratılan tehditler ve sorunlar arasındaki ilişkidir. Bu tehditler ve sorunlar, toplumsal güvenliğin temellerini aşarlar ve bundan dolayı, bilince çıktıkları ölçüde o ana kadarki toplum düzeninin temel varsayımlarını sarsacak nitelikler taşımaktadırlar. Bu, toplumu oluşturan bütün alanlar için geçerlidir. Örneğin; iktisat,hukuk, bilim ve öncelikle de siyasal eylem ve karar verme süreçlerinde sorunlar yaşanır haline gelir. Üçüncü olarak, 20. yüzyılın sonlarına kadar Batı demokrasilerini ve iktisat toplumlarını destekleyen sanayi toplumu kültürü içinde ilerleme inancı, sınıf bilinci gibi kolektif ve gruplara özgü anlam kaynakları, her türlü tanımlama faaliyetinin bizzat bireylerden beklenmesine ya da bireylerin üzerine yıkılmasına yol açmıştır: "Bireyselleşme süreci" kavramından kastedilen budur. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başında söz konusu sürece kuramsal olarak damga vurmuş, sürecin değişik aşamalarını aydınlatmış olan George Simmel, Emile Durkheim ve Max Weber'den farklı olarak şunları ifade etmiştir: Bugün insanlar feodal zümrelerinden ve dinsel güvencelerden kopartılıp, sanayi toplumu dünyasına katılmıyorlar; şimdi sanayi toplumundan kopartılıp, dünya risk toplumunun içine fırlatılıyorlar. İnsanlardan, birbirinden çok farklı, birbiriyle çelişen küresel ve kişisel risklere katlanmaları bekleniyor. [8]
Sanayi toplumunda temel prensip kıt kaynaklar karşısında zenginlik ve iş gibi 'iyi'lerin dağıtılması iken, diğer taraftan risk toplumunda ise temel prensip 'kötü'lerin ya da risklerin en az düzeye indirilmesi ya da önlenmesidir. Sanayi toplumu toplumsal sınıflar yoluyla yapılanırken, risk toplumu ise bireyselleşmektedir. Fakat, Beck'e göre risk toplumu halen varlığını sürdürmekte olan aynı zamanda bir sanayi toplumudur, çünkü risk toplumundaki riskleri yaratan; yine temelde bilimle ilişkili olan sanayidir. [9] Risk toplumuyla birlikte, klasik sanayi toplumunun temel çelişkilerini oluşturan, gelir, iş sahası, sosyal güvenlik gibi toplumsal "nimetlerin" paylaşımı ile ilgili çatışmalar, toplum tarafından aynı anda yaratılan "zararların" paylaşımına ilişkin çatışmalar tarafından arka planda bırakılır. Bu da, zararların paylaşımından doğan üstlenme çatışmaları olarak yorumlanabilir. Değerlerin üretimine eşlik eden risklerin ortaya çıkarabileceği nükleer ve kimyasal yüksek teknoloji, genetik mühendisliği araştırmaları, çevre tehdidi ve Batılı sanayi toplumlarının dışında yaşayan insanlığın giderek yoksullaşması gibi sonuçlar nasıl paylaşılacağı, nasıl üstesinden gelineceği, yönetileceği ve meşrulaştırılacağı gibi konular risk toplumunun gündemindeki sorulardan bazılarıdır. [10]
Özünde Batılı toplumların dinamiklerini açıklayan risk toplumu yaklaşımının aslında o toplumlarla sınırlı olmadığı ve farklı gelişmişlik düzeylerine sahip diğer toplumlarla ilişkili olduğu söylenebilir. Şöyle ki, Batılı toplumlar karşı karşıya kalınan risklerin ya da olumsuzlukların en aza indirgenmesi veya önlenmesi sürecinde yalnız değildirler. Sanayi toplumunu geride bırakan ve bilgi toplumu aşamasına gelmiş gelişmiş ülkeler karşısında gelişmekte olan ülkeler diğerlerinin yapmak istemedikleri endüstri işlerini yapan, dünyanın “atölye/ fabrikaları”mı olacak sorusu tartışılagelmektedir. [11] Özellikle çevre sorunları, kirlilik, kaynak tüketimi gibi başlıklarla kendini gösteren ve sanayileşme sürecinin arka yüzünü temsil eden olumsuzluklar, Batılı toplumlar tarafından sanayileşme ve modernleşme yolundaki toplumlara devredilebilen riskler olarak görülmektedir. Sıralanan bu olumsuzlukları bünyesinde taşıyan kirli sanayiler, gelişmekte olan ülkelere uygun görülürken, bu ülkelerin diğer taraftan da hava ve çevre kirliliği gibi sorunlarla yüz yüze gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Bir başka deyimle, Batı toplumlarının risk toplumu haline gelmeleri yalnızca o toplumlarla sınırlı değilken, riskleri paylaştığı ya da devrettiği diğer toplumlar da bu süreçte önemli bir fonksiyonu yerine getirmektedirler. Bu tartışmalar aslında risk toplumun kavram ve politikalarıyla birebir örtüşmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunlukla kirli sanayileri bir başka deyişle riskleri üstlenmektedir.