CUMHURİYET DÖNEMİNDE GÜZEL SANATLAR
(RESİM-HEYKEL-MİMARİ)
Şennur KAYA
Resim
15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır.
18. yüzyıl, Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim(1789-1807) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. III. Selim’in başlattığı ıslahata II. Mahmud(1808-1839) devam etmiş ve yine çağdaş anlamda eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud, aynı zamanda kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırarak yeni bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu Kendi Portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır. Bu arada İstanbul’da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa’nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır. Etkinlikleri 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüş alan asker ressamların çağdaş Türk resim sanatına bir diğer katkıları da Tanzimat(1839) ve Islahat(1856) fermanlarıyla ortaya çıkan bilim ve sanat alanındaki gelişmeler doğrultusunda müfredata alınan resim derslerini de vermiş olmalarıdır.
Asker ressamların etkinliklerini sürdürdüğü yıllarda bir grup ressamın yapmış olduğu ve aynı fırçadan çıkmış izlenimi veren manzara resimleriyle karşılaşmaktayız. Türk resim sanatı içinde Primitifler olarak da adlandırılan, bir kısmı askeri okul kökenli veya Darüşşafaka gibi sivil okullarda eğitim görmüş Necib, Kasımpaşalı Hilmi, Şefik, Salih Molla Aşkî, Şevki, Lofçalı Ahmed, Ahmet Ragıp, Giritli Hüseyin, Fahri Kaptan, Selâhattin, Cemal, Ahmet Şekür, İbrahim adlı sanatçıların imzalarına rastladığımız bu resimlerde, Yıldız Sarayı, Yıldız Camii, Kağıthane, Ihlamur Kasrı ve benzeri yapıların çeşitli görünümleri sıkça işlenen konulardır. Bu arada 19. yüzyılın ilk yarısında icat edilen fotoğraf makinesi, icadından kısa bir süre sonra ülkemize girmiş ve özellikle İstanbul’da çok sayıda fotoğraf atölyesi açılmıştır. Ortak manzara geleneğine dahil tabloların, halen İstanbul Üniversitesi Kitaplığı’nda bulunan Yıldız Fotoğraf Albümleri’nde fotoğrafları saptanmış ve bunların mevcut fotoğraflarından yararlanılarak yapıldıkları belgelenmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından önce güzel sanatlar alanında yaşanan en önemli gelişme 3 Mart 1883 tarihinde Sanayi-i Nefise Mektebi’nin eğitime başlamasıdır. Askeri okullar dışında akademik anlamda ilk resim derslerinin verildiği bu okul, ressam, arkeolog ve aynı zamanda ilk Türk müzecisi olan Osman Hamdi Bey(1842-1910) tarafından kurulmuştur. Osman Hamdi Bey, 1860 yılında Paris’e hukuk eğitimi için gitmiş olmasına rağmen burada hukuk eğitimini bırakarak dönemin ünlü ressamlarının atölyelerinde çalışmıştır. 1869 yılında yurda dönüşünden sonra çeşitli alanlarda önemli görevler üstlendiği de görülen Osman Hamdi Bey’in günümüze ulaşan çok sayıda tablosu bulunmaktadır. Eserlerinde özellikle büyük boy figür kullanımı açısından başarılı olduğu gözlemlenen sanatçının üslubunun Oryantalizm’e yakın olduğunu söyleyebiliriz.
1908 yılında II. Meşrutiyet’ in ilan edilmesinin ardından tüm kurumlarda oluşan özgürlük ortamı sanatta da kendini hissettirmiştir. 1909 yılında büyük bölümü Sanayi-i Nefise Mektebi mezunu sanatçılarca kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti bu ortamdan etkilenerek oluşturulmuş bir birliktir. Yarı resmi niteliğe sahip birlik üyeleri, ülkemizde resim sanatının gelişiminde önemli rolü bulunan Galatasaray Sergileri’nin 1916-1952 yılları arasında düzenli olarak açılmasını sağlamışlardır. Bunun yanında bu birlikçe yayınlanmaya başlayan fakat yanlızca on sekiz sayısı basılabilmiş olan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi” ülkemizdeki ilk düzenli sanat dergisi olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1921 yılında “Türk Ressamlar Cemiyeti”, 1926 yılında “Türk Sanayi-i Nefise Birliği” daha sonra ise “Güzel Sanatlar Birliği” adı altında faaliyetlerini sürdürmüştür.
Aynı yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi’nde eğitim gören bir kısım sanatçı, bu okulun sınavını kazanarak veya kendi imkanlarıyla Paris’e resim öğrenimi için gitmiştir. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte yurda dönen ve Türk resim sanatına çağdaş akımları getiren bu sanatçılar 14 Kuşağı veya Çallı Kuşağı olarak adlandırılmaktadır. Grubun ilk akla gelen isimleri arasında İbrahim Çallı, Avni Lifij, Nazmi Ziya Güran, Namık İsmail, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Mehmed Ruhi Arel, Ali Sami Yetik, Ali Sami Boyar bulunmaktadır. Genel olarak figürlü kompozisyon ve portre alanında izlenimci tarzda eserler meydana getirdikleri gözlenen bu sanatçılar arasında büyük ölçüde portre ressamlığına yönelmiş olan sanatçımız ise Feyhaman Duran(1886-1970) olmuştur. Feyhaman Duran’ın İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamış olduğu Beyazıt’taki evinin 2001 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından restorasyonu tamamlanmış ve içindeki eşyalar aslına uygun biçimde düzenlenerek “Feyhaman Duran Kültür ve Sanat Evi” olarak hizmete açılmıştır. 1914 kuşağı sanatçıları, çağdaş Türk resim tarihi içinde Şişli Atölyesi olarak bilinen ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın isteği ile Viyana ve Berlin Sergileri için konusu savaş ve kahramanlık olan resimler yaptırmak amacıyla Şişli’de açılan atölyede de çalışmışlardır. Cumhuriyet döneminde de etkinlikleri sürmüş olan bu sanatçılar, toplumsal konulu eserler yanında Atatürk ve devrimlere bağlılığı konu alan resimler yapmışlar, aralarında eğitimci yönleri bulunanlar ise Cumhuriyet dönemi resim sanatçılarının yetişmesinde önemli rol üstlenmişlerdir.
1914 yılında güzel sanatlar alanında yaşanan bir başka önemli gelişme ise kız öğrencilere güzel sanatlar alanında eğitim olanağı sağlamak üzere Beyazıt’taki Zeynep Hanım Konağı’nın bir bölümünde(Bugün İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri’nin bulunduğu yer) İnas/Kız Sanayi-i Nefise Mektebi açılmasıdır. Bu okulun müdireliğini de yapan ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik Hanım’ın ilk kez çıplak kadın modelini atölyeye getirmiş olması dönemi açısından önemli bir gelişmedir. Mihri Müşfik Hanım’dan sonra müdür olan Ömer Adil’in yapmış olduğu Kızların Resim Atölyesi adlı tablosu bu okul hakkında önemli bir belge niteliğindedir. İnas/Kız Sanayi-i Nefise Mektebi, Cumhuriyetin ilanından sonra Sanayi-i Nefise Mektebi ile birleştirilmiştir.
1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından başta Atatürk olmak üzere diğer devlet adamlarının en çok üzerinde durdukları konulardan biri Türkiye Cumhuriyeti’ni bilim, teknik ve sanat alanlarında çağdaş devletlerin seviyesine ulaştırmak olmuş ve bu hedef doğrultusunda büyük çaba sarf edilmiştir. Özellikle Cumhuriyet’ in ilk yıllarında bu alanlarda yetişmiş kişilerin bulunmaması dikkate alınarak yurt dışına yetenekli gençler gönderilerek yetişmeleri sağlanmıştır. Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra 1924 yılında yurt dışına gönderilenler arasında beş ressam bulunması güzel sanatlara verilen önemin bir göstergesidir. Bu uygulama diğer yıllarda da devam etmiş, yalnız resim sanatçılarına değil güzel sanatların başka kollarında yetenekli gençlere de yurt dışında eğitim olanağı sağlanmıştır.
Cumhuriyet döneminde sanatın halk arasında yaygınlaşmasında ve sanatçının devlet tarafından desteklenmesinde devlet tarafından açılan sergilerin katkısı büyük olmuştur. Özellikle 1939 yılından itibaren düzenli hale getirilen Ankara Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ne katılan sanatçıların kurulan jürilerce yapıtları ödüllendirilmiş ve eserleri devlet tarafından satın alınmıştır. Cumhuriyet’in 10. yılı etkinlikleri kapsamında Ankara Halkevi’nde pek çok sanatçımızın Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet Devrimleri’ni konu alan resimleriyle katıldıkları İnkılap Sergisi ise 1937 yılına kadar aynı adla açılmaya devam etmiştir. Bu ve benzeri diğer sergilerin yanı sıra ülkemizin ilk güzel sanatlar müzesi olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi de yine Atatürk’ün emriyle 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde açılmıştır. 1937-1944 yılları arasında Cumhuriyetin Halkçılık ilkesi doğrultusunda sanatın geniş kitlelere yaygınlaştırılması amaçlanmış ve Türkiye’nin 63 iline 58 ressam gönderilerek, ülke gerçeklerini, genel ve kültürel özellikleri yansıtan 675 tuvalden oluşan bir koleksiyon elde edilmiştir. Dönemin Güzel Sanatlar Akademisi müdürü olan Namık İsmail’in Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle 1933 yılında ilgili bakanlığa hazırlamış olduğu, sanat yaşamındaki eksiklerin ve sanatın yaygınlaştırılması için yapılması gerekenleri içeren raporu dönemi açısından büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyet döneminde yurt dışına sanat eğitimi için öğrenciler gönderilmesinin yanı sıra ülkemizde güzel sanatlar eğitiminin yaygın hale gelmesine de çalışılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından önce açılmış olan ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adı 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi, 1964 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirilmiş, 1969 yılında ise “Devlet Güzel Sanatlar Akademileri” kanunu ile bilimsel özerkliğe kavuşturulmuştur. 1930 yılında Atatürk’ün teşvikiyle Ankara’da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü resim-iş bölümü, resim eğitimini yaygınlaştıran ve özellikle orta dereceli okullara resim öğretmeni yetiştiren önemli bir kurum olmuştur. Daha geç bir tarihte İstanbul’da 1957 yılında eğitime başlayan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu güzel sanatlar eğitimi alanındaki boşluğu dolduran bir diğer okuldur.
Cumhuriyet dönemi resim çalışmalarına bakacak olursak Cumhuriyet’in ilanından önce kurulmaya başlayan resim birliklerinin Cumhuriyet döneminde de kurulmaya devam ettiğini görürüz. Cumhuriyet döneminin ilk sanatçı topluluğu 1929 yılında kurulan Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği’dir. Kurucularının bir kısmı devlet tarafından yurt dışına gönderilmiş Refik Ekipman, Cevat Dereli, Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Nurullah Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Ziya Kocamemi, Muhittin Sebati, heykeltıraş Ratip Aşır Acudoğlu ve dekoratör Fahrettin olan bu birliğin üyeleri İzlenimci tarzdan uzak durmuşlar, bunun yerine geometrik desen kuruluşlu(kübist) eserler yapmışlardır.
1933 yılında Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği’nin üyelerinin etkinlikleri sürerken bu gruptan ayrılan Nurullah Berk, Abidin Dino ile birlikte Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu–Türk resim tarihi içinde kurulan dördüncü birlik olmalarından dolayı- D Grubu adını verdikleri yeni bir sanatçı birliği oluşturmuşlardır. Modern sanatı tanıtmayı da görev edinen D grubu üyeleri, bu nedenle açmış oldukları sergilerde, modern sanatı tanıtan konuşmalara ve tartışmalara da yer vermişlerdir. Çağdaş Türk resminin modernleşme sürecini hızlandıran sanatçılar, temelinde kübizm olan teknik yönü kuvvetli eserler üzerinde yoğunlaşmışlardır.
1935 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi müdürü olan Burhan Toprak tarafından 1936 yılında resim atölyesi şefliğine getirilen Fransız sanatçı L.Levy’nin atölyesinde yetişmiş olan Nuri İyem, D grubundan ayrılan Abidin Dino, Turgut Atalay, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Faruk Morel, Avni Arbaş, Selim Turan tarafından 1941 yılında kurulmuş olan Yeniler Grubu üyeleri, D grubunun biçimciliğine karşıt olarak toplumsal konulardan oluşan yapıtlarla karşımıza çıkmaktadırlar. Fakat bu grubun bazı üyeleri baştaki çizgilerinden zamanla ayrılmışlardır.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde yetişen Orhan Peker, Nedim Günsür, Turan Erol, Nevin Çokay, Mehmet Pesen, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız’ ın aralarında bulunduğu sanatçılarca 1946 yılında kurulan Onlar Grubu üyeleri ise Batı resmindeki soyut akımlarla geleneksel motiflerimizi sentezleme çabası içine girmişlerdir.
II. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler meydana gelmiş, bu değişim resim sanatına da yansımıştır. Özellikle dış kaynaklı sanat yayınlarının ülkemizde çoğalması Batı sanat çevreleriyle ilişkileri daha bilinçli hale getirmiş, buralardaki son çalışmalardan kısa sürede haberdar olunmuştur. 1930’lu yıllarda Müstakiller’le başlayan modern resim çalışmaları 1950’li yıllardan sonra gerek bahsettiğimiz bu nedenlerden gerekse bu yıllarda yurt dışında eğitim görmüş ressamlarımızın etkisiyle hız kazanmıştır. 1953 yılında Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Adnan Çoker ve Lütfü Günay’ın açmış oldukları sergi Türkiye’de açılmış ilk soyut resim sergisidir. Yine 1954 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde(Bu bina günümüzde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Güzel Sanatlar Bölümü Başkanlığı olarak hizmet vermektedir.) açılan sergiye katılan sanatçılar “Halkımıza Çağrı” başlığı altında soyut sanatı benimsetmek amacıyla bir bildiri yayınlamışlardır. 1950’li yıllardan sonra Türk resminde etkin olan soyut resme bazı sanatçılarımız moda gözüyle bakmışlar ve geleneksel tarzlarına devam etmişlerdir. Bunu takip eden yıllarda Türk resim sanatı içinde toplumsal gerçekleri yansıtan natüralist eserlerle birlikte soyut tarzda resim yapan pek çok ressam yer almıştır. Yine 1970’li yıllardan sonra resim sanatçılarının bu iki alanda yoğunlaştıkları görülmektedir. Cihat Burak, Neşet Günal, Nedim Günsür, Orhan Peker, Yüksel Aslan gibi figüratif alana yönelmiş sanatçıların yanında Adnan Çoker, Sabri Berkel, Ömer Uluç, Ferruh Başağa, Nejat Devrim soyut alanda başarılı eserler meydana getirmişlerdir. Soyut sanat kavramı dışında 1960’lı yıllardan sonra basit ve fantastik öğelerin çarpıcı renklerle ifade edildiği Naif resimler de çağdaş Türk resim sanatında önemli bir yer tutmaktadır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, yurt dışına gerek kendi gerekse devlet imkanlarıyla giden sanatçılarımızdan bir kısmı sanat yaşamlarına yurt dışında devam etmişlerdir. Buna rağmen Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni Arbaş, Hakkı Anlı, Selim Turan, Burhan Doğançay ve Erol Akyavaş varlıkları ülkemizde de hissedilen sanatçılar olmuşlardır.
Tüm bu gelişmelerin yanı sıra 1970’li yıllarda çeşitli objelerle birlikte mekanın da kullanıldığı sanat eserleri oluşturulmaya başlanmıştır. 1977 yılından Devlet Güzel Sanatlar Akademisi tarafından düzenlenen “Soyut Eğilimler Sergisi” bu tür çalışmaların değerlendirildiği bir sergi olmuştur. Bu ve benzeri sergiler 1990’lı yıllardan itibaren İstanbul’da iki yılda bir düzenlenen Bienal’lerin ilk adımını oluşturmaktadır.
Çağdaş Türk resim sanatının gelişmesinde en önemli eğitim kurumumuz olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, 1982 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi olarak eğitimini sürdürmektedir. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu ise aynı tarihte Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne dönüştürülmüştür.
Heykel
Ülkemizde 19. yüzyıl sonlarına kadar heykel sanatı dinin de etkisiyle mimariye bağlı taş süslemeciliği şeklinde gelişme göstermiştir. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda resim sanatında Batılılaşma etkisi sonucu yaşanan gelişmeler heykel sanatında karşımıza çıkmamaktadır. Bu dönemde adından bahsedebileceğimiz Türk heykel sanatçısı olmadığı gibi, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında çalışan çok sayıda ressama karşılık heykeltıraşa rastlamayız. Yanlızca yeniliklere açık bir padişah olan Sultan Abdülaziz, Viyana seyahati sırasında gördüğü heykellerden etkilenerek kendi heykelini yaptırmak istemiş ve bunun üzerine C.F. Fuller isimli bir heykeltıraşı İstanbul’a getirterek bugün Beylerbeyi Sarayı’nda yer alan at üzerindeki heykelini yaptırtmıştır. Fakat 1871 tarihli bu heykelin döneminde büyük tepkiler aldığı bilinmektedir. Aynı dönemde açılan askeri ve sivil okullarda da heykel üzerine bir eğitim verildiğine dair bir bilgimiz yoktur.
Ülkemizde heykel sanatının başlaması ve gelişmesi resim sanatında olduğu gibi kuşkusuz 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi ile gerçekleşmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk heykel hocası ise Roma’da heykel eğitimi almış olan Osgan Yervant(1855-1914)’dır. Cumhuriyet öncesi dönemde Sanayi-i Nefise’ de öğrenim gören heykel sanatçıları arasında hakkında yeterli bilgi sahibi olabildiğimiz başarılı isimler olarak İhsan Özsoy(1867-1944), İsa Behzat(1875-1916) ve Mehmet Mahir Tomruk(1885-1949)’u görmekteyiz. Heykel alanında Cumhuriyet öncesi dönemde yetişmiş önemli bir isim olan Nijad Sirel(1897-1959) ise Sanayi-i Nefise’ de öğrenim görmeden kendi imkanlarıyla Almanya’ya heykel öğrenimi için gitmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönmüştür. Bu sanatçılardan Avrupa’da da eğitim almış olan İhsan Özsoy, 1908 yılında Osgan Yervant’ın yerine Sanayi-i Nefise’de hocalığa başlamıştır. Çağdaş Türk Heykel Sanatı’nın bu ilk öncüleri, genel olarak klasik heykel formlarında natüralist eserler, özellikle büstler meydana getirmişler ve malzeme olarak çoğunlukla alçı, taş ve bronz kullanmışlardır.
Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından 1924 yılında devlet tarafından yurt dışına gönderilen öğrenciler arasında heykel sanatçısı bulunmamaktadır. 1925 yılında ise Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği(1929) kurucularından olan Ratip Aşir Acudoğlu, devlet tarafından Paris’e heykel eğitimi için gönderilen ilk heykel sanatçısı olmuştur. Sonraki yıllarda akademi öğrencilerinden Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman gibi devlet bursu kazanarak yurt dışına giden sanatçılarımızın ülkemizde heykel sanatının gelişmesinde büyük payları olmuştur. Sabiha Bengütaş ise ilk Türk kadın heykel sanatçılarımızdandır.
Cumhuriyet öncesi heykel çalışmalarının akademi ile sınırlı kalması, Türk halkının heykel sanatına karşı ön yargılı tutumunu devam ettirmiştir. Cumhuriyet’in ilanından önce Atatürk, 22 Ocak 1923 yılında Bursa’da yapmış olduğu konuşmasında bu alandaki endişeleri giderici şu sözlere yer vermiştir;“...Dünyada uygarlığa ulaşmak, ilerlemek, gelişmek isteyen herhangi bir ulus ister istemez heykel yapacak ve heykelci yetiştirecektir. Anıtların şuraya buraya tarihsel anılar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu ileri sürenler, şer’i hükümleri gereği gibi araştırıp incelememiş kişilerdir. ... heykelciliği en yüksek derecede ilerletecek ve yurdumuzun her köşesi atalarımızın ve bundan sonra yetişecek çocuklarımızın anılarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir....” Atatürk’ün konuya duyarlı yaklaşımı sonraki yıllarda da devam etmiş, heykel sanatının yaygınlaşması ve halka benimsetilmesi amacıyla önemli meydanlara konulmak üzere, yaşanan zaferleri ve değerli komutanları konu alan anıt heykellerin yaptırılması düşünülmüştür. Fakat ülkemizde anıt heykel yapımı için gerekli teknik imkanların olmaması ve anıt heykel yapımı konusunda yeterli tecrübeye sahip sanatçıların henüz yetişmemesi üzerine bu alanda ilk yabancı sanatçılara görev verilmiştir. Bu sanatçılardan Krippel’in yapmış olduğu İstanbul Sarayburnu Parkı’nda bulunan 1926 tarihli Atatürk Anıtı ülkemizdeki ilk anıt heykeldir. Yine ülkemizde çok sayıda eseri bulunan bir diğer sanatçı olan Canonica’nın yapmış olduğu eserler arasında en bilineni 1928 tarihli İstanbul, Taksim Cumhuriyet Anıtı’dır. Yabancı sanatçıların yanı sıra 1930’lu yıllardan sonra, öncülüğü Kenan Yontuç, Ratip Aşir Acudoğlu, Hadi Bara, Nijad Sirel’in yaptığı anıtlara günümüze kadar geçen sürede başarılı diğer heykeltıraşlarımızın eserleri eklenmiştir. Bu heykellerden İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası önünde yer alan Gençlik Anıtı Yavuz Görey tarafından 1955 yılında yapılmıştır.
Cumhuriyet döneminde açılan sergilerde resim sanatçılarının yanı sıra heykel sanatçılarına da rastlanmaktadır. 1932 yılında Zühtü Müridoğlu’nın Gülhane Parkı içindeki Alay Köşkü’nde açmış olduğu sergi ise ülkemizdeki ilk heykel sergisi olarak kabul edilmektedir.
1937 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Atölyesi şefi olan Belling, Akademi’de görev yaptığı 1955 yılına kadar figüre dayalı klasik eğitim vermeyi tercih etmiştir. Belling’in öğrencisi olan bazı sanatçılar akademiden sonra eğitimlerini yurt dışında devam ettirmişler ve bu eğitimleri sırasında çağdaş akımlardan etkilenerek yurda dönmüşlerdir. Böylelikle 1950’li yıllardan sonra heykel sanatımızın modern akımların etkisinde kaldığına tanık olmaktayız. Çağdaş akımların Akademi’de öğretilmesi ise 1950 yılında Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu’nun atölye hocaları olarak görev almasıyla başlamış, Akademi’deki eğitimlerinden sonra gittikleri Paris’te soyut çalışmalardan etkilenen İlhan Koman ve Şadi Çalık’la bu dönem hız kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde heykel sanatımızın gelişmesinde ve yaygınlaşmasında Hüseyin Özkan, Yavuz Görey, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Gezer, Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, Gürdal Duyar’ın yapmış oldukları çalışmalar da önemli yer tutmaktadır.
Çağdaş Türk Heykel Sanatı’nın, başladığı noktadan itibaren hızlı bir gelişme göstermiş olduğu açıktır. Cumhuriyet döneminde yetişmiş sanatçılar, ilk heykel sanatçılarımıza oranla daha bağımsız ve kişisel uslüplarını ortaya koyabilen eserler meydana getirmişler ayrıca erken dönemdeki büstler yerini önemli meydanlarımızda yer alan anıtlara ve soyut heykellere bırakmıştır. Bu gelişmeler yalnız bunlarla sınırlı kalmamış kullanılan malzemede de kendini göstermiştir.
Mimarlık
Klasik Osmanlı mimarisi, 18. yüzyıldan itibaren büyük değişim içine girmiş, bu değişim özellikle yapıların süsleme programlarında açıkça hissedilmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısı ise tüm dünyada Milliyetçilik akımlarının önem kazandığı yıllardır. Bu akım kısa süre içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda da benimsenmiş ve 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’le birlikte giderek güç kazanmıştır. Toplumda etkin olan siyasi ve sosyal yaşantının sanata yansımaları kaçınılmaz bir gerçektir ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ortaya çıkan bu akım doğal olarak dönemin mimarisini de etkilemiştir. Genel olarak I. Ulusal Mimari olarak adlandırılan dönem, yaklaşık olarak 1930 yılına kadar devam eder. I. Ulusal Mimarlık, Klasik Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin plan ve süsleme özelliklerinin günün şartlarına göre yeniden gündeme getirilmesi şeklinde özetlenebilir. Özellikle yapıların cephelerine büyük önem verilmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uygulanan kemerler, çini süslemeler ve mermer sütunlar cephe tasarımlarının vazgeçilmez elemanları olmuştur. Yoğun olarak İstanbul, Ankara, İzmir ‘de örneklerine rastladığımız I. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarına aynı yoğunlukta olmamakla birlikte Türkiye’nin hemen hemen her eski yerleşme yerinde rastlamamız mümkündür. Başta Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemalettin olmak üzere Arif Hikmet Koyunoğlu, Ali Talat, Muzaffer, Mehmet Nihat, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Necmettin Emre, Fatih Ülkü ve Gulio Mongeri dönemin en önemli mimarlarıdır.
Adı geçen mimarlar arasında Mimar Kemalettin Bey(1870-1927), bu akımın prensipleri dahilinde yoğun biçimde yapı üreterek döneme damgasını vuran mimardır. İstanbul’da yaptığı eserler arasında Bebek Camii(1913), Bostancı Camii(1913), Beyoğlu Kemerhatun Camii(1911), Eyüp Sultan V. Mehmet Reşat Türbesi(1911-1912) dışında Vakıf Hanları diğer bir önemli grubu oluşturmaktadır. Bunlar Sultanhamamı Birinci Vakıf Hanı(1918), İkinci Vakıf Hanı, Beyoğlu Üçüncü Vakıf Hanı, Bahçekapı Dördüncü Vakıf Hanı(1916-1926), Şehzadebaşı Vefa Erkek Lisesi Yatakhanesi olan Beşinci Vakıf Hanı’dir. Beyazıt Medreset-ül Kuzat(1913- Bugün İstanbul Üniversitesi Eski Eserler Kitaplığı), İstanbul Guraba Hastanesi, Laleli Harikzedegân/Tayyare Apartmanları(1922) İstanbul’da yaptığı diğer eserleridir. Aynı mimarın Ankara’da yapmış olduğu eserler içinde Ankara Palas( Mimar Vedat Tek ile 1924-1928), Devlet Demir Yolları Baş Müdürlüğü (1928), Vakıf Evleri(A. Hikmet Koyunoğlu ile-1927), Gazi İlk Muallim Mektebi(1927-1930), Vakıf Apartmanı(1928-1930) sayılabilir. Döneme damgasını vurmuş olan diğer bir isim, Mimar Vedat Tek’in(1873-1942) eserleri arasında Sirkeci Büyük Postane(1909), Haydarpaşa Vapur İskelesi, Ankara Eski Büyük Millet Meclisi Binası(İkinci Meclis Binası-1924), Ankara Çankaya Gazi Köşkü(1924) en bilinenleridir. Mimar A. Hikmet Koyunoğlu’nun yapmış olduğu Etnografya Müzesi(1927) I. Ulusal Mimarlık prensipleri dahilinde inşa edilen diğer bir eserdir.
1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte her alanda köklü değişimler başlamıştır. I. Ulusal Mimarlık akımına bağlı mimarlar çalışmalarını sürdürürken Atatürk’ün asıl hedefi Anadolu şehirlerini Batılı anlamda planlı bir biçimde imar ve inşa ettirmektir. Bu nedenle 1927 yılında endüstriyi geliştirmek amacıyla çıkarılan Teşvik-i Sanayi Yasası doğrultusunda aralarında şehir planlamacısı ve mimar da bulunan çok sayıda yabancı uzman ülkemize çağrılmıştır. Çoğunlukla kamu yapılarında görev alan bu mimarlar, çağdaş mimarlık prensipleri dahilinde, yapının kullanım amacını da dikkate alan çok sayıda eser tasarlamışlardır. Uluslararası Mimarlık olarak da adlandırabileceğimiz bu dönem yapılarında I. Ulusal Mimarlık yapılarının özenli cephelerinin aksine daha sade cephe tasarımları uygulanmıştır. Düz çatıların kullanılması da dönemin genel özellikleri arasındadır. Değişim sadece tasarımda değil kullanılan malzemede de görülmektedir. Artık yerel malzeme kullanımı azalmış, demir ve çimento ile birlikte camın da kullanımı artmış, sonuç olarak betonarme yapılar çoğalmıştır. Değişik dış etkilerle biçimlenen bu dönem 1940 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Uluslararası Mimarlık döneminde inşa edilen yapıların çoğunluğunu yabancı mimarlarca tasarlanan kamu yapıları oluşturmaktadır. Bunlar arasında Sayıştay(1928-30), Mülkiye Mektebi(Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1935-36), Milli Savunma Bakanlığı(1928-30), Genelkurmay Başkanlığı(1929-30), Cumhurbaşkanlığı Köşkü(1931-31), Büyük Millet Meclisi(1938-60), Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi(1937) sayılabilir. Yabancı mimarlar ülkemizde bulundukları süre içinde yanlızca mimar olarak çalışmamışlar, eğitim kurumlarında görev alarak çağdaş mimarlık prensipleri dahilinde eğitim vermişlerdir. Yabancı mimarların yanı sıra Sedat Hakkı Eldem, Seyfi Arkan, Şevki Balmumcu ve Bedir Uçar gibi Türk mimarları da bu yeni oluşumda yer almıştır. Bunlar arasında Seyfi Arkan(1903-1966), Çankaya Hariciye Köşkü’nün(1933-34) yapımı için açılan yarışmada birinci olmasından sonra Atatürk’ün özel mimarı olmuştur.
1938 yılında Atatürk’ün ölümü ve ardından 1939 yılında II. Dünya Savaşı’nın çıkmış olması Türkiye Cumhuriyeti’ni her alanda olduğu gibi mimari alanda da etkilemiştir. Savaş nedeniyle yurt dışından getirilen yapı malzemelerinin getirilememesi yanında bu dönemde yabancı mimarlara karşı tepkilerin de artması mimaride yeniden geleneksel değerlere dönülmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. 1940 ve 1950 yıllarını kapsayan bu dönem II. Ulusal Mimarlık olarak isimlendirilmektedir. Fakat I. Ulusal Mimarlık, Osmanlı ve Selçuklu yapılarını örnek alırken bu dönem temel çıkış noktası olarak Türk konut mimarlığını esas almıştır. Genel olarak kesme taş malzemenin kullanılmış olduğu II. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarının en karakteristik özelliği simetri ve anıtsallıktır.
Dönemin adından en çok söz ettiren mimarları Mimar Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat’tır. Sedat Hakkı Eldem’in yapmış olduğu tasarımlar arasında yine en bilinenleri İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri(Emin Onat ile, 1944-52), İstanbul Adalet Sarayı ( Emin Onat ile, 1949), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi(1943)’dir. Dönemin en ünlü yapısı ise Emin Onat ve Orhan Arda tarafından 1942-53 yılları arasında yapılan Anıtkabir’ dir. Bunlar dışında İstanbul Radyoevi ve Çanakkale Anıtı bu dönemin anlayışında inşa edilen diğer yapılardır.
1940’lı yılların sonunda savaş sonrası dünyada yaşanan teknolojik ilerlemeler ülkemizde de hissedilmeye başlanmış ve II. Ulusal Mimarlık akımının etkileri yavaş yavaş yerini gelişen teknolojinin gereği çağdaş mimarlık ilkelerine bırakmıştır. İthal malzeme kullanımının artması, yurt dışına mimarlık eğitimi için giden gençlerin yurda dönmeleri, yabancı mimarların ülkemizde yeniden etkin olmaları mimaride değişimi hızlandıran nedenlerden bir kaçıdır. Aynı zamanda bu yıllardan itibaren mimarlık eğitimi veren kurumların sayısı artmaya başlamış, eğitimin yaygınlaşması ile birlikte mimarlık büroları da çoğalmıştır. Dünyadaki gelişmelerden kısa sürede haberdar olmaya başlayan mimarlar, bir noktaya bağlı kalmaktan ziyade özgün tasarımlara yönelmişlerdir. Sonuç olarak 1950’li yıllardan sonra karşımıza çıkan tasarımları önceki dönemlerde olduğu gibi kesin çizgilerle birbirinden ayırmamız imkansızdır. Bu yeni mimari oluşumun ilk örnekleri arasında İstanbul Hilton Oteli (1953), İstanbul Belediye Sarayı(1953), İstanbul Sheraton Oteli(1959), Ankara Kızılay İşhanı(1959) sayılabilir. Ayrıca 1950’lı yıllardan önce yoğun olarak konut ve kamu yapıları tasarlanmasına rağmen bu yıllardan itibaren fabrikalar, büro ve şirket binaları gibi farklı yapı tipleri dönemin anlayışına göre inşa edilmiştir.