CUMHURİYETÇİLİK:
Halkın egemenliği olarak adlandırılan bu ilkenin en önemli noktası ülkede kurulmaya çalışılan demokratik rejimdir. ''Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' deyimiyle de bu ilke pekiştirilmek istenmiştir. Ancak bugün bile bu ilkenin önemini anlamayanlar düşünüldüğünde geçmiş yıllarda yaşanılan askeri darbelerin sebepleri de rahatça anlaşılabilir. Özellikle demokrasi şehidi olarak gösterilmek istenen Menderes'in demokrasiyi kullanarak ülkeyi ele geçirmesi ve açıkça yürüttüğü diktatörlüğün de askeri darbeye sebep olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu bağlamda Menderes'in demokrasiden anladığı ile şu an bazılarının demokrasiden anladığı aynı olduğu varsayılırsa eğer Menderes'e neden demokrasi şehidi dedikleri de ortaya çıkar; çünkü o da dini siyasete alet etmiş, tarikatlardan medet ummuş, ülkeyi din bezirganlarına peşkes çekmiş biridir.
Kemalizmin ilkelerinden ''cumhuriyetçilik'', bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek ''demokrasi'' ile bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da, halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.Mustafa Kemal'e göre, ''Yeni Türkiye Devleti'' bir halk devleti idi, halkın devleti idi. Oysa geçmişteki devlet, bir ''kişi devleti'' idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: ''Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur'' Suna Kili'nin de altını çizdiği gibi, kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi aynı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar Avrupası'nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, kominist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki bir çok kişi, özellikle faşist-nazist modelden etkilenmişlerdir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirerek, denetlenerek yürütülmüş olmak son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor: ''Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır'' diyordu.
''Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun'' görüşünü savunan Ergün Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: ''Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlarini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.'' Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir ''negatif özgürlük'' anlayışıyla da sinirli değildi. İnsanın kendi yeteneklerini geliştirmesi anlamında çağdaş bir özgürlük anlayışını daha 1930'larda savunmaktaydı.
( -1- )
Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki günümüzün ''katılımcı'' demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir.
(Bu açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi anlayışından çok daha ilerdedir: Dünya'da ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesileyle onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır) Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip 23 Nisan günleri çocukların, kentlerindeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır) Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.
Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük ''kültür devrimi'' açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına önem göstermiştir. Herşeyin devlet içinde ve ''devlet için'' olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 Halkevi ile dört bin kadar Halkodası'da, kağıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmışlardır. Bunlar ''kitle örgütleri'nin kötü gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinden yarım yüzyıl önceki kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.
Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu: ''İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyaca göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.''