Dede Korkut'un öğüdü
Ehmedağa MUĞANLI
Gece atlı haberci geldi, haber getirdi:
-Yatıyorsan uyan yiğit! Uyanıksan işit, yine düşman dağları aştı. Bizim ormanda at oynatır, av avlar. Gayret vaktidir.
Yiğit andını hatırladı, yerinden kalktı. Zırhını kuşandı, çelik kılıcını beline bağladı, yayını eline aldı. Anasının haberi olmasın, anası uyanmasın diye yavaş yavaş yürüdü, usulca hareket etti. Tan yeri ağarıncaya kadar düşmandan intikam alıp dönmek, anasının kederli kalbini sevindirmek istiyordu.
Ay doğup yükselmişti. Yiğit sinesi gibi geniş, yiğit yüreği gibi temiz semanın ortasında cömert elini açmış, gümüş rengi bir ışık serpiyordu yeryüzüne; dağlara, ormanlara gümüş rengi bir elbise giydirmişti.
Yiğit durdu, hilal şeklini almış aya baktı; dağlara, ormana baktı; suların hazin sesini dinledi, yadına sevgilisinin sözleri düştü: “Eğer aşkın aydan arı, sudan duru ise mehtaplı gecede bulak başında beklersin beni. Fikrinden dönersen gelme, fikrimden dönersem gelmeyeceğim”.
Kılıcı eyvandaki korkuluğa değip cıngıldadı, babasını hatırlattı, el aksakalının narasını düşürdü yadına: “Babanın intikamı senin boynundadır yiğit, sen almalısın onun intikamını!”
O, aşkı ile intikam arasında, verdiği söz ile andı arasında kalmıştı, yol ayrımındaydı. Yersiz yurtsuz yolcular gibi hangisini seçeceğini bilmiyordu. Tam bu sırada bu iki yola bir üçüncüsü daha eklendi; bahçe kapısı dövüldü, köpekler havladı.
-Hey ev sahibi!
***
O, ondokuz yaşına girmişti; elin tanınan, sayılan delikanlılarından idi. Ancak hâlâ isimsizdi. Elin adetiydi, hüner göstermeyince yiğide ad koymazlardı.
Ana onun uzun boyuna, geniş omuzlarına, pehlivan yürüyüşüne bakıp seviniyordu. Baba onun toyda-düğünde at koşturmasına, güreş tutmasına, demir eğmesine bakıp ferahlıyordu. O, demirden sağlam idi.
Birgün el aksakalları yiğidin babası Deli Dumrul’un yanına geldiler, ona dediler:
-Oğlun hünerlidir Dumrul, kuvvetlidir, ona ad konsa gerek. Meclis kur, Dede Korkut’u çağırt.
Deli Dumrul sevincinden nara attı; deveden buğra, koyundan koç kırdırdı, iri kazanlar astırdı, büyük meclis kurdu, eli konuk etti. Meclis’e Dede Korkut geldi, demirden sağlam olduğuna bakarak oğlanın adını Eldemir koydu.
-Adını ben verdim, yaşını ulu Tanrı versin! dedi.
Sonra Dede Korkut yüzünü oğlanın babasına çevirdi:
-Hey Dumrul, oğlun yiğittir, at ver ona bineği olsun; hünerlidir, güçlüdür, kılınç ver ona koruyucusu, destekçisi olsun.
Deli Dumrul at verdi oğluna toynağı sivri, kuş kanatlı. Kılınç verdi bir vuruşta taşı bölen. Yay verdi, ok verdi, dağı delen. Şarabın keskinliği Deli Dumrul’un başına vurdu, yüzünü elin yiğitlerine çevirdi:
-Hey yiğitler! Dede Korkut dedi ki, oğul babadan görmese hüner göstermez, sofra açmaz. Gelin hürmet edelim Korkut nasihatine. Atlanır yiğitler, av avlayalım, kuş kuşlayalım.
Yiğitler atlandılar.
Ana, su serpti oğlunun ardından. Oğlunun ilk avıydı, ona hayır dua etti, uğur diledi.
***
...Zümrüt donlu, yakut laleli dağların, ormanların bahar nağmesi, bahar yaşlı yiğitleri vecde getirdi, atların dizginlerini bıraktılar; kıvılcımlar çıktı, ateşler parladı küheylan atların nallarından. Yiğitler nara attılar, gürültü saldılar dağlara, derelere. Kuş, geyik, ceylan vurdular... Yiğitler yorgun düştüğünde bir ceylan çıktı karşılarına.
Deli Dumrul dedi:
-Hey yiğitler, kıymayın bu ceylana; ok atmayın, kementleri açın. Diri tutalım onu. Kim tutarsa onun olsun. Kim kaçırtırsa kendisi gitsin kısmetinin ardınca.
Yiğitler kementlerini açtılar, yüzük kaşı gibi araya aldılar dağlar güzelini. Haykırdılar, gürültü çıkardılar. Ürkmüş ceylan şaşırdı, sağa sola koşuşturdu; kaçmağa yol aradı insan çemberi arasından. Birden ayaklarını topladı, göğe sıçradı Eldemir’in iki adım uzağından. Eldemir kemendini attı, kement ceylanın beline değdi, kayıp yere düştü. Morali bozuldu yiğidin, at sürdü ceylanın ardınca. Göz açıp kapayıncaya kadar ceylan da Eldemir de görünmez oldu otların, ağaçların arkasında...
Yiğitlerden ikisi atların başını çevirdi, Eldemir’in ardından gitmek istedi. Deli Dumrul durdurdu onları:
-Gitmeyin, bırakın bahtını sınasın.
Dediler:
-Fakat dağın o tarafı düşman toprağıdır.
-Eldemir düşmana rastlar, haramiler çıkar onun karşısına.
Dumrul dediğinden dönmedi:
-Bırakın hünerini göstersin. İnin atlardan, yorulduk, dinlenin. Et pişirin, sofra kurun, kımız süzün. Açık sofra ile karşılayalım av yorgunu Eldemir’i.
Yiğitler atlarından indiler. Ocak kurdular, et pişirdiler, sofra açtılar.
Dumrul çok bekledi oğlunu. Eldemir geri dönmedi. Kebaplar yendi, kımızlar içildi. Eldemir’den haber çıkmadı. Sarhoş olup mahmurlaşan yiğitler, başlarının altına eyerlerini koyup uyukladılar... Uykuya daldılar.
Dumrul yatamadı, baba yüreği kederlendi. “Nerde kaldı Eldemir? Niye gecikti? Bir uçurumdan yuvarlanır. Düşmana, haramiye rast gelir...”
Sabredemedi Dumrul, atını eyerledi. Tatlı tatlı uyuyan yiğitleri uyandırmadı, yalnız gitti oğlunu aramaya.
***
...Ceylan sanki kanat açıp tepeleri aşıyor, derelerden geçiyor, kayadan kayaya sıçrıyor, uçurumlardan atlıyordu. Eldemir de atını ondan uzaklaştırmıyor, kestirmeden gidip her yerde önünü kesmeye çalışıyordu. Çok uzağa gitmişlerdi onlar. Eldemir’in atı kan ter içindeydi. Ceylan bir ok menzilinden fazla yaklaştırmıyordu onu. Eldemir isteseydi okla vurabilirdi ceylanı. Ancak o, avını diri tutmak istiyordu. İstiyordu ki hüner göstermiş olarak dönsün yiğitlerin yanına, babasını sevindirsin, göğsünü kabartsın. Henüz ham idi genç avcı. Bilmiyordu ki kaçan ceylan kementle tutulmaz, her at ceylana yetişemez.
Ceylan yüksek bir kayadan atladı, geniş uçurumun diğer yanına düştü. Eldemir’in atı yorulmuştu, sıçrayamadı. Yiğit öfkelenip nişan aldı. Birden:
-Elin yiğidi bize yakınlık mı gösteriyor?
Ses, Korkut nağmesi kadar tatlı, gülüş kumru şakıması gibi şakraktı. Eldemir gayrı iradi elini çekti, dönüp baktı (ceylan kaçıp gözden kayboldu). Ok Eldemir’in elinden düştü; donup kaldı atın üstünde. Ceylan oklamak isterken yiğidin kendisi oklandı; göğsünden yüreğinden.
Aşağıda bulak başında bir güzel belirmişti, ona bakıp gülümsüyordu. Uzun boylu güzel, al yanaklı, ak yüzlü, uzun kara saçları topuklarına dolaşıyordu. Sıra sıra kirpiklerini her kırpışında sanki nice oklar yiğidin sevdalı kalbine saplanıyordu.
Eldemir elinde olmadan atından indi. Her taraftan şen kahkahalar işitiliyordu, sanki kayaların ardında keklikler ötüşüyordu. Eldemir kendine gelip etrafa baktı. Güzel yalnız değildi; kırk ince belli kızla çıkmıştı bahar gezintisine. Gülden, çiçekten ayırdedilemiyordu elin gül yüzlü, güleryüzlü güzelleri.
Eldemir kızların yanına geldi, elini bağrına vurup selam verdi; uzun boylu, ela gözlü güzelle yüz yüze geldi. Kızlar onları araya aldılar.
Yiğit sordu:
-Kimin neyisin kız?
Selvi boylu güzelin eğri kaşları gerildi, ok gibi kirpikleri titreşti, gonca dudakları gül gibi açıldı:
-Bana Beyrek kızı Gülçin derler, yiğit.
Eldemir’in yüreği titredi, damarlarında kanı çağladı. “Demek Gülçin dedikleri güzel bu imiş!” O, babasından, anasından Beyrek kızı Gülçin’in tarifini çok işitmişti. “Bu imiş dile, ağıza sığmayan Gülçin! O methiyeler nere, bu güzellik nere!..”
Bu kez kız sordu:
-Peki sen kimin neyisin yiğit?
Eldemir bir kez daha elini bağrına bastı, baş eğdi, ihtiramla konuştu:
-Bana da Dumrul Oğlu Eldemir derler, el güzeli.
Gülçin’in ok gibi kirpikleri aşağı indi, siper çekti ela gözlerine. Kızın başı da sinesine eğildi. Kara saç örgüleri göğsünde kıvrılıp açıldı. “Ah bu imiş ozanların nağme okudukları Eldemir Yiğit!” Gülçin de babasının, anasının Dumrul Oğlu Eldemir’den sevinçle bahsettiklerini çok görmüştü. Başını kaldırdı; ok kirpikler de kalktı. Kızın ela gözleri yiğidin kara gözlerine dikildi. Gözler yüreklere yol buldu, yüreklerden haberler getirdi. Yürekler çırpınıyordu, yürekler dövünüyordu kemende yakalanmış ceylanlar gibi. Dilleri lal olmuştu, gözler konuşuyor, yürekler fısıldaşıyordu.
Kızların tatlı gülüşü ayılttı onları, göklerden yere indirdi. Elin adetini, erenlerin nasihatini hatırlattı onlara.
Kızın sesi titredi:
-Elimizin adetlerini bilmiyor musun yiğit?
Eldemir de kendine gelmişti; yiğitler gibi kibirli konuştu:
-Bilirim el güzeli. Yar, yari ile denk olmalı şartını da bilirim.
Gülçin’in gül dudaklarında hoş bir tebessüm belirdi. Yiğidin sertliğini beğenmişti. Dedi:
-Şartın birini sana bağışlıyorum yiğit, ceylan kovaladın, atın yorgun. Ok atacağız, güreş tutacağız.
Ok attılar, okları yan yana, uç uca hedefe değdi. Güreş tuttular. Taş, kayaya rastlamıştı. Kızlar daire halinde etraflarını çevirmişti. Gah Dumrul Oğlu Eldemir’i alkışlıyor, gah da Beyrek Kızı Gülçin’e arka çıkıyorlardı. Çok uğraştılar, çok oyun denediler, hiçbiri üstün gelemedi. Yorulmuşlardı... Birden Eldemir er oğlu er gibi nara attı (bu onun ilk narası idi), hiddetle Gülçin’i başının üstüne kaldırdı. Gazabı yatıştı, kıymadı el güzeline, vurmadı onu yere; kızın sırtını usulca koydu zümrüt otların, yakut lalelerin üstüne. Eğildi kızın iki kaşının arasından öptü:
-Toy ne vakit olsun kız?
-Yiğit, bir gülle bahar olmaz demiş erenler. Sevgilinin güvenilirliği de sadakati de sınansa gerek, sonu pişmanlık olmasın. Mühlet ver biraz düşünelim, bir de sınayalım birbirimizi.
Eldemir dedi:
-Razıyım el güzeli, üç gün sonra karanlık kavuşunca bekleyeceğim seni burada. Bırak karanlık seni kem gözden, kötü sözden korusun.
Kirpikten duvar yıkıldı, ela gözler yeniden kara gözlere dikildi. Bu defa ateşli, öfkeliydi ela gözler:
-Karanlık kara kalplilerin görüş zamanı olabilir yiğit! Kara kalpliler, karanlıkta birbirinden dilek diler! Eğer sevgin aydan arı, sudan duru ise, mehtaplı gecede bulak başında bekle beni. Fikrinden dönersen gelme. Fikrimden dönersem gelmeyeceğim.
-Fakat karanlık şimdi başlıyor, aydınlığa daha bir bir ömür kalıyor.
-Ozan demiş ki yiğit, ayrılık sevginin mihenk taşıdır. Ne kadar uzun olursa o kadar vefalı olur. Vefalı sevginin ise ömrü uzun olur.
Eldemir, el güzelinin aklına, olgunluğuna hayran kaldı. Dedi:
-Senin dediğin olsun Gülçin, ozanın dediği olsun.
***
...Eldemir, atını yavaş yavaş sürüyordu, düşünceli idi. Tatlı idi onun düşünceleri, Korkut sözü, Korkut nağmesi, aksakal masalı gibi. Sırlı, efsaneli masal dünyasına düşmüştü sanki. Burada herşey güzeldi, herşey dile gelip konuşuyordu. Kuşlar da, güller de, ağaçlar da muhabbet nağmesi okuyordu.
Eldemir düşünüyordu: “Babam soracak, avın nerede oğul? Avım bulakta kaldı diyeceğim. Kendisi de bir zamanlar gençti, anlar beni. Ne gördün, ne işittin diyecek. Diyeceğim ki oğlu olan evlendirmiş, kızı olan başkasına vermiş. Şüphesiz, kendisi de bir vakitler böyle cevap vermiştir dedeme. Seni de evlendirmek mi gerek oğul diyecek. Şüphesiz, bir zamanlar dedem de ona böyle sormuştur. Bana öyle bir kız gerek ki diyeceğim, ben yerimden kalkmadan o kalkmış olsun, ben düşman üstüne varmadan o bana düşman başı getirmiş olsun. Şüphesiz babam gülüp, sen kendine kadın değil, yardımcı, yoldaş diliyorsun. Elbette yadına, kendisinin tarif ettiği Beyrek Kızı Gülçin düşecek. Diyecek ki...”
Birden dehşetli bir gürültü koptu. Dağların tepesinde, dağ boyunda iki kara bulut kafa kafaya geldi, ateşli oklar yağdırdılar birbirlerine, ateşli kılınçlarını sıyırdılar birbirlerine karşı, nara attılar.
Bulutların narasından dağlar titredi., ateşli kılıçları ile doğradı birbirini kara bulutlar. Bulutların gözyaşları sağanak yağmura döndü. Ağaçlar saçlarını yoldu. Kişnedi bulutlar, ağladı bulutlar. Gök yere, yer göğe kavuştu. Dağların arasından önce gazaplı bir nara koptu, sonra dehşetli bir feryat yükseldi. Feryat, ele kadar geldi.
...El toplandı: “Burada bir yiğit ölmüş, gök kişniyor, bulut ağlıyor!”
Ölen Dumrul idi. Elin kılıncı keskin yiğidi Deli Dumrul.
Dumrul, oğlunu çok aradı, hiçbir tarafta ondan bir iz göremedi. Bağırdı, oğluna seslendi. Sesi dağlara ormanlara yayıldı, kayalarda yankılandı; oğlundan bir ses gelmedi. Düşman geldi onun sesine, dağı aştı, yiğidin arkasını kesti. Çoktandır o, Dumrul’un kanına susamıştı. Fırsat arıyordu, eli Dumrul’suz bırakmak için. Yiğit hata etti, elden uzaklaştı, fırsat geçti düşmanın eline. Hain, korkak olur demişler. Korktu hain, Dumrul’la yüz yüze gelmekten, metçe savaşmaktan çekindi. Okla arkadan vurdu onu. Dumrul’un deli narası, dağların feryadına dönüştü.
...El, defnediyordu kılıncı keskin yiğidi. Eldemir de tutmuştu babasının tabutundan, elle birlikte son yolculuğuna uğurluyordu onu. Gam yükü eziyordu onun henüz katılaşmamış omuzlarını, düz endamını. Sevdalı kalbini sıkıyordu. Dönüp sağına baktı, elin seçme yiğitlerini gördü, hepsi kederli, gazaplı idi. Dönüp soluna baktı, elin görmüş geçirmiş aksakallarını gördü, hepsi dertli, kederliydi. Hepsi yas tutuyordu elin kılıncı keskin oğluna.
... Dumrul’un kabrinin üstünde el aksakalı gazaplı bir nara attı:
-Kısas!
Mine’l-kısas!
Elin yiğitleri kılınçlarını çıkarıp başlarının üzerinde tuttular. Bu, “hepimiz Dumrul’un intikamını almaya hazırız” anlamına geliyordu; Düşman tek başına geldi; biz de tek gitmeliyiz onun üstüne, tüm eli savaşa sürmeyin. Birimizi göster aksakal!”
El Aksakalı elini Eldemir’e uzattı.
-Babanın intikamı senin boynundadır, yiğit, sen almalısın onun intikamını!
Eldemir diz çöktü el yiğitlerinin, aksakallarının huzurunda. Babasının kılıncını ellerinin üstünde kaldırdı; önünde tuttu. Gözleri ile anasını aradı, tepeden tırnağa karalar giyinmiş anasının solgun yüzüne, yaşlı gözlerine baktı.
Ana kirpiklerini indirdi; yaslı, nemli gözlerini oğlundan kaçırdı.
***
...Eldemir düşünceli duruyordu eyvanda. Aya bakıyordu, gümüş giysili dağlara, ormanlara bakıyordu. O, aşkla intikam arasında, sevgilisine verdiği söz ile andı arasında kalmıştı. Yol ayrımındaydı; yersiz yurtsuz yolcular gibi, hangisini seçeceğini bilmiyordu. Tam bu sırada bir üçüncü yol eklendi bu iki yola. Bahçe kapısı dövüldü, köpekler havladı.
-Hey ev sahibi!
Bu sesi duyan anası da çıktı eyvana. Siyahlara bürünmüş olarak... Ayın gümüş renkli ışığında onun yaslı siması daha da kederli görünüyordu.
Eldemir ileri yürüdü, selam verdi, yaslı elemli anasının karşısında başını eğdi.
-Ana! Azizim, iki gözüm ana! Atlı haberci geldi, haber getirdi; babamın katili yine dağı aşmış, bizim ele ayak basmış; ormanlarımızda at oynatıp av avlıyor. Gidip ondan babamın intikamını almalıyım. Gitmesem, fırsatı elden kaçırsam elalem kınar beni. Sevgilimle de söz kestik, mehtaplı gecede bulak başında buluşmalıyız. Bu bizim ilk sözümüz, ilk sınavımızdır. Gitmesem yüz çevirir, sonsuza kadar yitiririm onu. Kapıya da konuk geldi, konuğu karşılamalıyım. Üçlü bir yol ayrımındayım ana, üçü de vacip. Söyle bana, hangisini seçeyim?
Ana, oğlunun gözlerinin içine baktı, kesin bir dille konuştu:
-Oğul, sözümü dinle. Sen gayretli oğulsan babanın intikamını her zaman alabilirsin. Sevgilin doğru sözlü ise, ahdine bağlı ise bir defa buluşmaya gitmemekle senden yüz çevirmez. Kapıya konuk gelmiş oğul, konuğu karşıla. Ne deden ne baban bu kapıdan konuk çevirdi; konuk düşman da olsa ağırlandı, hürmet gördü bu evde. Bir kapıdan bir konuk boynu bükük dönerse, o kapıyı bir daha konuk çalmaz. Dede Korkut dedi ki: “Konuk gelmeyen kara evler yıkılsa yeğdir”. İtibar et Dede Korkut’un öğüdüne, bozma dedenin, babanın yolunu, elin adetini. Git konuğu karşıla. Düşman da olsa ağırla, hürmet et.