Kur'an'ın Altın İkliminde: Kur'an'da kâinatın yaratılışı
Ayet-i kerimede meseleler gayet muhkem bir kanun şeklinde arz edilmektedir. Öyle ki, ayet bir yanda ilim adamlarını tereddüde düşürmeden araştırmalar yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da temkinli yorumlara kapı aralamaktadır.
Bir önceki bölümde Buffon, Kant, Laplace, Maxwell, Sir James Jeans ve Weizsacker'ın kâinatın oluşumuyla alakalı ortaya attıkları nazariyeler, asırlar ve asırlar boyu birbirlerinden etkilenerek teşekkül edegelmiş nazariyelerdir. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'a gelince o, bu mevzuda farklı bir üslup kullanır; teferruata girmez.. her şeyi meşiet ve ilahi iradeye bağlar.. tabiat, esbab ve kendi kendine oluşuma kapılarını kapayarak:
"O kâfirler görmediler mi ki (evvelemirde) göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?!" (Enbiyâ, 21/30) şeklinde ferman eder ki ayet-i kerimeye göre bütün sistemlerin evvelemirde "ratk=bitişik" halde olup sonradan birbirinden ayrıldığı açıkça vurgulanmaktadır. Burada "ratk=bitişik", Duhan suresinde "duhan=bulutsu" her ikisi de tek kütle anlamına gelir ki, bu üsluba ve bu icmale itiraz etmek kabil değildir. Gariptir bu âyet, daha ilk dönem Müslüman ilim adamları tarafından da bu çerçevede anlaşılmıştır. Biz şimdi nüanslarıyla o gün nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım: O dönem itibariyle ayette geçen "ratk" tabiri üzerinde düşünce ve mülahazalar şu üç husus üzerinde yoğunlaşmıştır:
"Ratk" tabiri
1) İbn Ömer ve İbn Abbas'tan gelen bir rivâyete göre âyet, "Başlangıçta semâvâttaki parçalar ve semâ ile yer arasında bir alâka ya da bir alış-veriş yoktu. Küre-i arz kuru, semâ da bulutsuz idi." şeklinde tefsir edilmiştir.
2) Bunların talebeleri olan Mücahid, İkrime ve Hasan-ı Basrî vasıtasıyla yine bu zatlardan nakledilen görüşe göre, semâvât ve arz "ratk" halde yani bitişik, işe yaramayan ve eksiği- fazlası olmayan bir bütün idi. Daha sonra Cenab-ı Hak bu bütünü açıp sistem sistem çözdü.
3) Sahabe ve tâbiînin büyük bir çoğunluğu ise âyeti şöyle anlamıştır: Semâvât ve arz bir ratk idi. Yani vardı ama görünmüyordu. (Bir nevi gaz yığını halindeydi.) O, Allah (celle celalühü) tarafından açılıp, çözülüp, görülür hale getirildi.
Bu görüşleri, İbn Abbas'ın (radıyallahu anh) meşhur talebelerinden olan Mücahid (radıyallahu anh) ve velilerin serdarı Hasan-ı Basrî (radıyallahu anh) gibi tabiûnun iki büyük imamı nakletmektedir. İbn Cerir ve İbn Kesir tefsirlerinde bu görüşlere bir hayli yer ayırmışlardır.
Sema-arz münasebeti
Bu görüşlerden çıkan netice şudur: Başlangıçta semâ ile arz arasında herhangi bir münasebet yoktu. Zira o zamanlar, arz ve semâ bir ateş parçası veya duman halindeydi. Nitekim bu hakikat, Kur'an-ı Kerim'de, "Sonra (Allah) semâya yöneldi. Ve o, duman halinde idi.." (Fussılet, 41/11) ayetiyle ifade edilmektedir ki Allah'ın (celle celalühü) iradesini semâya tevcih ettiğinde, semânın bir "duman=bulutsu" halinde olduğu gayet açık olarak zikredilmektedir.
Daha sonraları ise bu kopukluk ve kaos dönemi sona erecek; semâ ile arz arasında bir münasebet başlayacaktır. Allah (celle celalühü), irade ve kudretiyle bu münasebeti tesis edince gökler ve yer arasında bir alış-veriş başlayacak; semâ hüzme hüzme ışıklar gönderecek, derken yerde de emr-i ilahi ile sular oluşacak, sonra buharlaşmalar.. atmosfer.. bulutlar ve derken yağmur.. nihayet yer ile semânın izdivacı tamamlanmış olacak. Bu izdivaçla hayata müsait bir ortam oluşacak ki, Allah (celle celalühü), bu oluşumların hepsini kendi meşietine bağlayarak, "biz böyle yaptık" diyecektir.
Evet bütün bu oluşumları meydana getiren Cenab-ı Hak'tır. Zira tesadüflerle bu hadiseleri izah etmenin imkânı yoktur ve böyle bir iddia da makul değildir. Ayetin karakteristik ifadesine dikkat edildiğinde sanki Allah (celle celalühü) şöyle buyurmaktadır: Semâ bir duman, bir gaz halinde idi. Ona yeni bir mahiyet kazandırmak istedim; onu parçalara ayırarak ondan güneşler ve güneş sistemleri meydana getirdim. Ve o parçaları, parçacıkları peykler halinde bir sisteme bağladım ki, sizin dünyanız da o peyklerden biridir ve güneş etrafında dönüp durmaktadır.
Âyet-i kerimedeki üslup fevkalade sağlam, engin, kapsamlı ve münakaşalara kapalıdır. Onda beşerî faraziye ve nazariyelerin "acaba"larına, "veya"larına ya da tereddüt ve zan dolu ifadelerine rastlamak mümkün değildir. Evet ayet-i kerimede meseleler gayet muhkem bir kanun şeklinde arz edilmektedir. Öyle ki, ayet bir yanda ilim adamlarını tereddüde düşürmeden araştırmalar yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da temkinli yorumlara kapı aralamaktadır.
Kur'an'ın üslubu
Zannediyorum, Kur'an-ı Kerim'in güneş, semâ ve dünyayla ilgili muhkem birer kanun halinde arz ettiği bu hususlar, astrofizik açıdan ciddi bir tahlile tabi tutulsa onun bütün asırları aştığı görülecektir; görülecek ve bunca teknik alet ve teleskoplarla milyarlarla ışık yılı (Bir ışık yılı, hızı saniyede 300 bin km. olan ışığın bir senede gittiği mesafedir.) uzaklıktaki cisimleri görme imkanına kavuştuğumuz şu günlerde, Kur'an'ın ortaya koyduğu kanunların ne kadar sağlam olduğunu bir kere daha müşahede edecek ve onun karşısına hangi nazariye ile çıkılırsa çıkılsın her zaman o, o mu'ciz-beyan ifadeleriyle düşünce ve araştırma ufkumuzda parlayacaktır. Çünkü Kur'an'ın üslubu câmî olup, her asrın ilim ve irfanını ihtiva etmektedir. Bu yönüyle de o eşsizliğin remzi olarak anılmaya devam edecektir.
Dünyanın yaratılışı
Hasılı, bir ikinci irade ile Cenab-ı Hak semaları tanzim edip şekillendireceği ana kadar her şey bir ratk ve bir duhan halinde idi; Allah (celle celalühü) onu "fetk=ayrıştırma, şekillendirme" etti. Dünya da o ratk'ın bir parçasıydı ve fetk'in bir önemli ünitesi haline geldi. Derken, başta o da bir gaz kütlesi iken zamanla soğudu sımsıkı bir döşek, bir beşik, bir yuva, bir bağ ve bahçe haline geldi; insanoğlunun istifadesine sunuldu. Güneş ise, vazifesi gereği eski halini devam ettirerek, hidrojenin helyuma dönüşüp durduğu bir fırın, bir ışık kaynağı olma vazifesiyle hayata giden zincirin en önemli halkalarından biri olarak az bir değişiklikle yerinde kalakaldı. "İzeşşemsü küvvirat; Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman" (Tekvîr, 81/1) fehvasınca, bir zamanlar, ademden (yokluktan), esirden, duhandan yaratılıp başta dünya olmak üzere pek çok kürenin ışık ve hararet kaynağı olan güneş bu alemde işi kalmadığı için öbür alemdeki yerini almak üzere ziyası başına dolanarak bir değişimle vazifesini orada sürdürecektir.