ERKEKLİK VE EŞCİNSELLİK
George L. Mosse
Derleyen ve Çeviren: Emil
Erkeklik, gerek burjuva toplumunun gerekse ulusal ideolojilerin kendilerini tanımlarken dayandıkları bir kavramdı. Onsekizinci yüzyılda ortaya çıkan, ondukuzuncu yüzyılda etkisi, gücü artan ahlâk ve görgü kurallarının yanında, modernleşmenin tehlikelerine karşı mevcut düzeni korumakta kullanılan bir kavram. Bunların yanında erkeklik ulusların maddi manevi yaşam güçlerini de simgeliyordu. Ulusların erkek kahramanları vardı da, kadın kahramanları yok muydu? Elbette ki vardı ancak onlar erkekler gibi canlı, hareketli olarak değil sakin ağırbaşlı olarak gösteriliyorlardı. Kadınlar ilerlemeyi değil değişmez değerleri temsil ediyorlardı. Erkekler ulusların kaderlerini belirlerken kadınlar arkada kalıp onlara destek çıkıyorlardı.
Avrupa’da ideal erkeğin somutlaşmış tasvirini eski Yunan heykellerinde buluyoruz. Kadın tasvirleri ise geleneksel Meryem Ana resimlerine göre biçimlendiriliyorlardı. erkeklik değişen bir dünyada soylu şövalye ruhunu, erdemlilik ve diğer bazı davranışları için kaynak olarak kullanmakla birlikte yeniçağda ortaya çıkan bir burjuva kavramıydı. Fransız Devrimi Savaşları sırasında, İngiltere, Fransa ve Almanya’da toplumun orta katmanlarından gelen çok sayıda gönüllü, erkekliklerini kanıtlamak için savaşa koşmuşlardı. Bu benzeri görülmedik gelişme erkeklik idealine iktidarı ele almakta olan burjuvanın kendi tasvirinde önemli bir yer sağladı. Bu dönemde, Alman bağımsızlık savaşlarının şairleri erkekliği övüyor, erkekliğin gücünü, egemenliğini, gaddarlığını vurguluyorlardı.
Erkeklik, burjuva toplumu için yalnızca ekonomide değil, toplumsal ve cinsel yaşamda da zorunlu olan işbölümünü destekliyordu. Erkeğin ve kadının rolü net bir şekilde ayrılmalıydı, çocuklar ise kendilerine özgü bir yere konulmalıydı. Aile içinde iş bölümünün, erkek ile kadın arasındaki ayrımın modern çağda zorunlu olduğu sürekli yineleniyordu. Dr. Albert Boll, kadın hakları hareketlerine sempati duymasına rağmen, kadının erkekleşmesinden, erkeğin kadınlaşmasından şikayet ediyor, eğer kültürün zenginleşmesi isteniyorsa cinsiyet ayrımının sürdürülmesi gerektiğini söylüyordu. Erkek-kadın ikiliğinin tehlikeli olduğunu görmek seksologların en hoşgörülüsü olan Havelock Ellis’i dehşete düşürüyordu.
Burjuva davranış normlarını eleştirenler ya da erkek ve kadın için çizilen etkinlik sınırlarını çiğneyenlerin anormal, toplum için tehdit oldukları sonucuna varılıyordu. Alışılmış suçlular, cinsel sapık diye adlandırılan insanlar, yabancılar (birçok Alman için Fransız erkekleri az erkektirler) ve cinsel rolleri birbirine karıştırmakla suçlanan Yahudiler bu gruba giriyorlardı.
Cinsel sapkınlık, orta sınıf için alt sınıfların huzursuzluğu kadar, aristokratların kibirliğinden ise çok daha fazla tehdit oluşturuyordu. Eşcinsellik bu konuda özellikle yararlı bir örnek. Eşcinsellerin yalnızca cinsiyetlerin karışmasını değil, cinsel aşırılığı da simgelediği düşünülüyordu. 19. yüzyılın başında eşcinsellik her çeşit ayaklanma ile ilintilendiriliyordu. İngiltere’de, Fransız Devrimi Savaşları sırasında eşcinseller düşmana yardım etmekle suçlanıyorlardı.
Almanya ve İngiltere’de ahlaki değerleri belirleyen Protestanlığa karşın Katolik kilisesinin cinsel sapkınlıklara yönelik değişen tutumunu incelemek aydınlatıcı olacak. Katolik tanrıbilimi erkekliğin böylesine önem kazanmasından önce normal ile anormal arasında değişmez bir çizgi çekmemişti. Eşcinsellik, tanrısal düzene, dolayısıyla da doğaya karşı işlenen bir suç olarak görülüyordu. Eşcinsellik tanrının öfkesine ve gazabına, ayaklanmalara, devrimlere neden oluyordu. Lut peygamberin kenti, kentteki bazı insanların bu sapıkça ahlaksızlığından ötürü tanrının öfkesi ile yok olmuştur. Homoseksüel terimi tıp bilimince bulunmuş, daha önce erkekler arası ilişkiler için kullanılan sodomite’nin yerini 19. yüzyılın ikinci yarısında yavaş yavaş almıştı. Katolik tanrıbilimcileri ise hala eşcinselliğin biyolojik yönü üzerinde duruyorlardı. Onlar için önemli olan eşcinsellerin yatakta heteroseksüel ilişkilerdeki pozisyonları alıp almadıkları, kimin hangi pozisyonda olduğu (kadının pozisyonunu alan erkek, diğer erkeğe göre çok daha sert cezalandırılıyordu) ve de cinsel birleşmenin olup olmadığıydı. Katolikliğin günahları sınıflandırması, eşcinsellik gibi hor görülen sözde sapıkça ahlaksızlık için bile geçerli oluyordu. İki erkeğin sevişmesi eğer birleşmeyle bitirilmemiş ise, erkek dölünü boş yere harcayan mastürbasyondan daha ölümcül bir günah olabiliyordu.
19. yüzyılın ilerleyen yıllarında toplumsal bir sorun diye eşcinselliğe en fazla dikkati çekenler doktorlar olmuştu, bir ölçüde de normalliğin korunmasında papazların yerini almışlardı. 19. yüzyılın sonuna doğru Proust’ın eşcinsel karakterlerinden biri durumu özetliyordu: “Beni dinleyen rahip söyleyecek hiçbir şey bulamadı, doktorum ise akıl hastası olduğumu söyledi.”
Eşcinselliğin tıp bilimince çözümlenmesi, normal ile anormal cinsellik arasında kesin bir çizgi çekilmesini kolaylaştırdı. Sodomiye karşı yasaların uygulanmasına adli tıp, yargıç ve jüriye eşcinsellerin tanınmasında kullanılmak için bir örnek tip vererek yardımcı oldu.
19. yüzyılın başında Aydınlanma düşünüşü eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasını desteklemiştir. 1810 Napolyon yasaları yalnızca çocuklara tecavüz ve ırza geçmeyi cezalandırıyordu. Ancak yüzyılın sonuna doğru yasalar tekrar sertleştirildi. Devrim sonrasında Napolyon tarafından çıkartılan yasalar İngiltere’ye hiç etki etmemişti, eşcinseller için ölüm cezası İngiltere’de ancak 1861’de, İskoçya’da ise 1889’da kaldırdı. Prusya’da eşcinsellik için ölüm cezası 1851’de kalktı, yerine hapis cezası ve yurttaşlık haklarının alınması getirildi. Bu Prusya yasası 1871’de Almanya’nın birleşmesinin ardından yeni ceza kanununun 175. paragrafı olarak Reich’ın yasası oldu. İngiltere’de ölüm cezasının kalkmasının 1885 Ceza Kanunu değişikliği izledi, buna göre gizli ya da açıkta yapılan tüm eşcinsel edimler cezalandırılıyordu. Bu tür edimler “berbat ahlaksızlıklar” olarak adlandırılıyordu ve yargıçların bu konuda geniş bir karar özgürlüğü vardı. Eşcinsellik hakkındaki yasaların sertleştirilmesinin haklılığı Prusya’da dinsel, İngiltere’de ise laik düzlemlerde savunuldu. Tıp biliminin eşcinsellerin cezalandırılmasını onaylamamasına rağmen, halkın adalet duygusu bunu talep ediyordu.
Doktor Johann Valentin Müller 1796’da yazdığı The Outline of Forensic Medicine adlı kitabında egemen cinsellik anlayışına uymayanlara karşı tıp biliminin tutumundan örnekler veriyordu. Müller değişik türdeki eşcinsellikler arasında ayrım yapmayı, bazı türlerin diğerlerinden daha az iğrenç olduğunu reddediyordu. Ona göre ahlaksızlığın asıl yapıldığı ya da bitirildiği önemli değildi, dikkat edilmesi gereken bunun kişisel, kamusal sonuçlarıydı. O dönemde eşcinsellik üzerine yazan çoğu doktor gibi Müller de sapkınların teşhisi için mahkemelere yardım edilmesine karşıydı. Eşcinsellik hakkındaki yazılarda daha sonra standart olacak yaklaşım Müller’e aitti. Kitabında önce eşcinselliğin varsayılan psikolojik nedenlerinden, sonra da gözlenebilecek belirtilerinden bahsediyordu. Dış görünüşün her zaman yapılan ahlaksızlığı ele verdiğini düşünüyordu. Kişiyi belli eden özellikler arasında kızarmış gözler, zayıflık, bunalım nöbetleri ve dış görünüşe özen göstermemek vardı, bu liste de uzadıkça uzuyordu. Müller tüm cinsel sapkınlıkları ilintilendirmeyi denedi. Örneğin, mastürbasyonun eşcinselliğe neden olduğunu öne sürüyordu. Sodomi ve mastürbasyon iktidarsızlığa dolayısıyla da nüfus azalmasına neden oluyordu. Bu tür ahlaksızlıkları yapan erkek ve kadınlar, ya ahlak duygusundan ya da yurttaşlık sorumluluğundan yoksundular. Bu insanların bedenleri gevşek ve güçsüz olurdu.
Yarım yüzyıl sonra Androise Tordieu kitabında kadınsı dış görünüş ve hastalıklı bir vücudun eşcinsel bir erkeğin özellikleri olduğunu yazıyordu. Bu “hastalığın” nedeni denetimsiz düş ve imgelemlerdi. 19. yüzyıl ortasında adli tıp üzerine belki de Almanya’nın en ünlü otoritesi olan (diğer ülkelerde de nüfuz sahibiydi) Johann Ludwig Casper diğer bedensel hastalıklar için eşcinselliği suçlamayı reddediyordu, ancak o da eşcinsellerin görünüşünün, vücud hareketlerinin tuhaf olduğunu söylüyordu. Doktor P. Möbius (1903), Cinsellik ve Yozlaşma adlı kitabında “çoğunlukla uzun ve çevik, yüzü asla çirkin değildir” diye tarif ettiği sağlıklı insana karşı cinsel sapkın örneğinin bedenini yerin dibine sokuyordu. Sağlık, erkeklikle özdeşleştiriliyordu. Adolf Hitler de ideal Almanı tarif ederken sürekli “çevik ve uzun boylu” tabirini kullanacaktı.
Möbius’dan uzun zaman önce, hastalıklı ve ahlaksız insan ortaya çıkmakta olan ulusal erkeklik örneklerinin karşısına yerleştiriliyordu. Erkeklik, güç ve erkekleri mükemmel bir uyum ve ölçü duygusu ile dengelenen güneşten sırılsıklam Yunan heykellerince simgeleniyordu. İdeal erkek örnekleri yaratmaya çalışanlar güzel erkek vücudunu erkekçe erdemlerin belirtisi olarak görüyorlardı. Yunan güzelliği kendini tutma, iffet ve namusluluk gibi burjuva değerlerin içine yerleştiriliyordu. Klasik kahramanın Müller’in eşcinselleriyle hiçbir ilgisi yoktu. Bu toplum dışına itilmiş diğer gruplar için de geçerliydi. Yahudiler, deliler, suçlular, vs.
Ancak Yunan örnekleriyle burjuva değerlerinin birleşmesi her zaman kolay olmuyordu. Hölderlin ve Schiller’in her ikisi de Yunan güzelliğine olan hayranlıklarını aile ile değil, erkekler arası dostluk ile ilintilendiriyordu. Schiller üzerinde 1788’den 1803’e kadar çalıştığı Maltalı St. John’un Düzeni adlı bitmemiş oyununda Yunan tarzında kahramanca eylemi örnekliyordu. Oyunda tutkulu dostlukları tam ifadesini şehvetli eşcinsel aşkta bulan iki şövalye betimleniyordu. Oyun Schiller’in ölümünden sonra başkalarınca tamamlanarak 1865 ve 1884 yıllarında oynandı. İki şövalye arasındaki aşkı betimleyen sahneler atıldı ve Schiller’in müsveddesinde ikinci derece bir rol taşıyan bir Yunan kızının olduğu sahne genişletildi. Erkek ve kadın arasındaki aşktan farklı olarak erkekler arasındaki aşkın şehvetten yoksun olduğun düşünülüyordu. Buna rağmen, artık 18. yüzyıl Alman yazarlarının yazdıklarında çok geniş yer kaplayan erkekler arası dostulğa duyulan hayranlığa giderek artan bir şüpheyle bakılıyordu. Bazıları hala böyle bir bağı Almanya’nın birleşmesi için bir ön koşul olarak görüyorlardı. Bu kişiler, gerçek aşkın kişisel ilişkileri aşarak vatan sevgisine varması gerektiğini söyleyen Fichte ile aynı fikirdeydiler. Ancak saygınlık ve normallik kavramlarının zaferi ile birlikte bu tür dostluk ilişkilerindeki samimiyet ve duygusal dil saldırıya uğramaya başladı. Dikkati çeken potansiyel homoerotizm tehlikesine rağmen, Yunan güzellik ve dostluk ideallerinin atılmayıp heteroseksüel aşkına uyarlanmasıdır.
19. yüzyılın ilk onyıllarında erkek güzelliği sonsuz güzeli simgeliyordu ve hasta bir dünyayı iyileştirmeyi vaadediyordu. Schiller, 1795’de güzelliği erkekleri vahşilik ve yorgunluğun aşırısından koruduğunu düşünüyordu. 19. yüzyılın en önemli Alman estetikçisi Friederich Theodor Wicher güzellik ve erkekliğin görevinin kaosu önlemek olduğunu söylüyordu. Güzel ve uyumun, tutkuları denetim altında tutacağını düşünürdü. Fransa’da yazar Henri de Motterland spordan çelikleşmiş kaslarını sergileyen bir erkeğin vücudunu seyrederken nasıl “düzen ile sarhoş” olduğunu anlatıyordu. Rupet Brooke’a göre ise hem entellektüeller hem de eşcinseller bedensel ve zihinsel temizlikten yoksundular. Onlar kirli şarkıları ve kasvetli, sıkıntılı halleriyle yarı erkektiler. Erkeklik düşüncesi, kendine malettiği Yunan erkek güzelliği standartlarıyla birlikte ulusal simge ya da örnek olarak Avrupa uluşçuluklarının hizmetinde kullanılmıştı. Yunan erkek heykellerindeki erotizm bir kenara atılarak, uyum, ölçü ve aşkın güzelliği vurgulanıyordu. Erkekliğin, her şeyin değiştiği bir zamanda değişmez değerleri, ayrıca dinamik ama düzenli değişim sürecinin kendisini temsil etmesi bekleniyordu. Bunu yaparken de ona uygun bir ereğin yol göstermesi gerekiyordu. Örnek erkek tiplemesinin karşısına sinirli, değişken mizaçlı, eşcinsel ve mastürbasyoncunun çirkin tasviri koyuluyordu. Bu insanlar, dış görünüşü tıp biliminin ahlaki ve estetik yakıştırmaları sayesinde her zamankinden daha acımasızca resmediliyordu. Eşcinsel ve mastürbasyoncunun çirkin tasviri modern zamanların getirdiği hızlı değişimlerin ortaya çıkardığı uluşçuluk ve saygınlığa dönük tehdidin önemli bir simgesi olmuştu.
19. yüzyıldan başlayarak ulusçuluk ve saygınlığın muhafızları, büyük kentin, sahte ve kıpır kıpır bir çağın bu görünürkeni merkezinin, kendilerini tehdit ettiğini hissettiler. Büyük kentler yabancılaşmaya, dizginsiz cinsel isteklere neden oluyordu. Casper, sodominin İtalyan kentlerinde artmasının nedeninin bu olduğunu söylüyordu. Büyükşehir ormanındaki karanlık ve derin ormanlarının eşcinsellik ve mastürbasyon için zemin hazırladığı düşünülüyordu. Kent, toplum dışıların, yani Yahudilerin, suçluların, delilerin, eşcinsellerin yuvasıydı.
Berlin, Londra ve benzeri büyük kentlerde gerçekten de bir eşcinsel altkültürü vardı. Eşcinsel hakları lideri Magnus Hirschfeld tarafından yapılan bir incelemede (1904) Berlinli eşcinsellerin uğrak yeri olan klüp, restoran, otel ve hamamlar sıralanıyordu. Berlin, saygın toplumun dışında ya da uçlarında yaşayanların evi diye sunuluyordu.
Eşcinsellere daha fazla özgürlük verilmesi için çalışanlar bile onlara kabul edilebilir bir erkeklik atfediyorlardı. Çünkü erkeklik, bedensel, zihinsel nitelikleriyle ulusun ayakta kalma savaşımına yardım ediyordu. Eşcinsel hakları için en önde savaşım verenlerden Benedict Friedländer kendini eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasının Alman ırkının savaş yeteneğini azaltacağını reddetmek zorunda hissediyordu. Birinci Dünya Savaşından önce bu konu Almanya’da hararetle tartışılmıştı. Acaba eşcinsellere daha fazla özgürlük verilmesi Alman askeri gücünü tehlikeye sokar mıydı? Herkes şehvet ve kadınsılığa karşı erkeksiliğin canlı tutulmasının ulusun sağlığı için zorunlu olduğu konusunda hemfikirdi. Richard von Krafft-Ebing mastürbasyon yapanların korkak ve kendine güvensiz olduklarını söylüyordu. Ayrıca açıkça bir ulusun tarihinde ahlaki çöküş dönemlerinin her zaman kadınsılık, şehvet ve lükse düşkünlük ile birlikte gittiğini öne sürüyordu.
Bloch aşırılığa gitmeden yapılan mastürbasyonu onaylıyordu ama yine de mastürbasyona toplum için potansiyel bir tehlike gözüyle bakıyordu. Ona göre mastürbasyoncu yalnız kalır, çekingenleşir, gençliğin getirdiği coşkunluğunu yitirirdi, sinirli oluşu kalbine zarar verebilirdi. Mastürbasyon tüm cinsel sapkınlıkların dayandığı edimdi, mastürbasyoncu için geçerli olan eşcinsel için de geçerliydi. Özetle, bu tür erkek ve kadınlar toplum için birebir tehlikeydiler.
Avrupa ırkçılığı, yozlaşma (degeneration) ve erkeklik kavramlarını benimsedi. Cinsel bakımdan yoz olarak görünen insanların kalıplaşmış tasvirleri hemen hemen eksiksiz biçimde özdeş korkular uyandıran “aşağılık ırklara” aktarıldı. Bu ırkların ahlak ve genle bir özdenetim eksikliği gösterdiği söylenirdi. Zenci ve Yahudiler aşırı cinsellikle yüklüydüler, onlarda aşırı şehvete dönüşen kadın duygusallığı vardı. Hepsi de erkeklikten yoksundular. Eşcinsellerin çoğunlukla kadınsı düşünülmeleri gibi bir cemaat olarak Yahudiler’in de kadın özellikleri sergiledikleri söylenirdi.
Bir eşcinsel ve yarı yahudi olan Marcel Proust Geçmiş Zamanın Ardından (1913-27) adlı romanında eşcinsellerin Yahudiler gibi düşmanlarınca ahlaki ve bedensel niteliklerle kuşatıldığını yazıyordu. Proust, Yahudiler ve eşcinsellerin kendilerini bir topluluğun üyesi gibi hissettiklerine ve gruplarının diğer üyelerini sezgisel olarak tanıdıklarına inanıyordu. Proust’a göre eşcinsellik “tedavi edilemez” bir hastalıktı. Geçmiş Zamanın Ardından’a sinen duygu, işkence görenin işkencecisiyle işbirliği yaptığıydı, tıpkı Proust’un kendi “gizli ahlaksızlığı”na duyduğu nefret, kadınsı olarak görülmekten yaralanması ve kendi erkekliğini sorgulayan bir başka eşcinselle yaptığı düello, bunların hepsi onun “lanetli ırk”tan kaçmaya çabalamasının göstergeleridir. O zamanlar böyle bir tepki eşcinseller arasında az görülen bir olay değildi.
Tıp biliminin eşcinsellik düşüncesi, ondokuzuncu yüzyılda eşcinseli yerine oturtmuştu; eşcinselin sözde anormalliği artık yalnızca bireysel cinsel edimlerle sınırlandırılmıyor, onun psikolojik yaradılışının, dış görünüşünün ve vücut yapısının bir parçası olarak görülüyordu. Eşcinsellik kavramı mutlaklaşmış, saygınlığın karşı savı olmuştu. Ancak, hekimler bilimsel olma savındaydılar, ve de artık eşcinsellik üzerindeki bireysel olaylar üzerinde çalışıyorlardı.
Viyanalı doktor Iwan Bloch’un eşcinselliğe yönelik değişen tutumu, seksolojinin toplumun eşcinsellere bakışında yapabileceği değişikliğin bir belirtisiydi. Bloch, ilk önceleri yani eşcinsellik üzerine incelemesini büyütmeden önce, eşcinselliğin kötü örneklerce teşvik edilen -birbirini öpen uzun saçlı erkekler gibi- sonradan kazanılmış bir zevk olduğu şeklindeki geleneksel inanışdaydı. Bloch, Oscar Wilde’ın mahkum edildiği duruşmada bulunmuş ve erkeklerarası ilişkilerde cinsel duyguların olmaması gerektiğini söylemişti. 1903’te eşcinsellere olan nefreti sürerken, 1906’da çelişkiye düşmüştü. Doğuştan kalıtsal olarak eşcinsel olanlar normal sayılıp, toplum ve devletçe kabul edilmeliydiler. Bu cinsel zevki sonradan kazanan eşcinsellere Bloch pseudo-homosexuals (sahte eşcinseller) diyordu. Bunlar modernliğin aşırılıklarını ve huzursuzluğunu örnekliyordu. Eşcinselleri sahte ve gerçek diye ayırmanın ereği, eşcinselliği yasallaştırırken normallik, anormallik şeklindeki sınıflandırmaları sürdürmekti.
Yirminci yüzyılın başında belki de en ünlü seksolog olan Richard von Krafft-Ebing benzer bir tutum değişikliği gösteriyordu. Önceleri, Krafft-Ebing eşcinselleri vücutlarındaki bozulma belirtilerinden tanıyabileceğini öne sürüyordu, eşcinselliğin sadizm, mazoşizm gibi bir hastalık olduğuna inanıyordu. Bunlardan ötürü de zamanın en radikal cinsellik reformcusu Magnus Hirschfeld’in saldırısına uğramıştı. Ünlü Psychopathia sexualis (1877) adlı kitabında Krafft-Ebing insanların içgüdülerine karşı durmaksızın savaş verilmesi gerektiğini söylüyordu. Ancak zaman geçtikçe Kraft-Ebing eşcinselliğe ödün vermeye başladı. 1901 yılında, Magnus Hirschfeld’in cinsellik reformuna adanmış dergisinde Krafft-Ebing hayatının çalışmasını yazıyordu. Cinsel sapkınlık eşcinselin suçu değildi. Eşcinsellik, doğa yasasına aykırı, bir tür yozlaşma olmasına karşın yine de entellektüel yetkinlik ve çok gelişmiş ruhsal yetilerle bağdaşabilirdi. Eşcinsellik bazılarınca sonradan kazanılabilirdi, diğerlerinde ise insan vücudunun yanlış işleyişinin bir parçasıydı ve bu yapısal bozukluğun kurbanlarına horlamayla değil merhametle bakılmalıydı.
Havelock Ellis daha dürüst bir duruş almıştı. Eşcinselliğin, erkeğin enrjisini kişisel sorunlardan kamusala yönelterek (ne de olsa eşcinseller ne evlenebilirler, ne de aile kurabilirlerdi) uygarlığı olanaklı kıldığına inanıyordu. Eşcinsel cinselliğini teşhir etmemeli, saldırılara karşı da korunmalıydı. Hatta, eşcinsel normal insandan daha fazla değerli olabilirdi. Aslında, Ellis’in söylediği cinsel edimlerin özel bir sorunu olduğu, kamusal yargının konusu olmadığıydı.
Sigmund Freud, çalışmalarını çok iyi bildiği, kendinin psikanaliz kuramlarını da etkileyen bu seksologlardan biriydi. Çağdaşları Freud’un gelenek olan Latinceyi kullanmayı reddederek, cinselliği basit, ayrıntılı ve açık bir dille anlatmasından etkilenmişlerdi. Ancak Freud, ne erkek eşcinselliğine ne de lezbiyenliği yasallık kazandırmaya istekli değildi. Kadın ve erkek nesnelerine karşı aynı şekilde davranmak özgürlüğü yalnızca çocuklukta, toplumun ilkel dönemlerinde, tarihin erken zamanlarında olanaklıydı. Olgunluk, kişinin kendini kısıtlaması, cinsel ereğin tanımı yani heteroseksüellik demekti. Freud, Hirschfeld’in üçüncü bir cinsin varolduğu savına, ki bu cins diğer ikisiyle aynı haklara sahip olmalıydı, karşı çıkıyordu. Doğuştan eşcinselliği kabul etmekle, eşcinsellerin kovuşturulmasına karşı çıkmakla birlikte, Krafft-Ebing’in eşcinselin bedenin erkek, ruhunun kadın olduğu şeklindeki yapılandırmasını kullanmamıştı.
Freud’un eşcinsellere acıması onun kuramına dayandırılan sert yargıların hafifletilmesine yardım etmiyordu. Eşcinseller hastaydı ve çağdaş ekinin ne sürdürülmesine ne de ilerlemesine katkıları olabilirdi. Freud’un 1908’de yazdığına göre uygarlık insanın içgüdülerinden vazgeçmesi üzerine kurulmuştu. Bireyleri bir vazgeçişe yönlendiren ise erotik kökleriyle aile duygusuydu. Freud, eşcinselliği karşı tavır almıştı çünkü o kadın ve erkeğin varolan topluma uyum sağlamasına, toplumun huşnutsuzluğunu gidermeye çalışıyordu.
Magnus Hirschfeld, seksologlar arasında en köktenci olanıydı. Eşcinselliği, üçüncü cins, kadın ile erkek arasındaki geçiş evresi olarak tanımlıyordu. Eşcinsellik, cinselliğin doğal bir şekliydi ve yasal olmalıydı. Eşcinsellerin görünüş ve davranışları normaldi, onlara asla sanki anormallermiş gibi davranılmamalıydı. Hirschfeld, gerçek ve sahte eşcinsellik diye bir ayrım yapmıyordu.
Zamanlarının ahlak ve görgü kurallarına kesin bağlılıklarına rağmen Bloch, Ellis, Hirschfeld ve Freud eşcinsellik tartışmalarının yönünü değiştirmişlerdi. Eşcinsellerin deli ya da çürümüş oldukları savına karşı koyarak, gereğinden fazla katı ahlak kurallarının eşcinsellerin normal ve yaratıcı yaşamlar sürmelerine engel olduğunu söylemişlerdi. Seksologlar, eşcinsellerin yaşamlarını anlatırken onların topluma katkılarını çoğunlukla sanat ve edebiyatla sınırlamışlardı.
Toplum dışına itilmiş tüm insanlar toplumun kendilerini kabullenmesi için uğraş vermediler ancak buna çabalayanlar erkekliğin ulusçuluk ve burjuva toplumu için ifade ettiği anlamı kavrayışımızı derinleştirebilir.
Her şeyden önce, eşcinseller önüne gelenle yatan eşcinsel tiplemesine karşı cinsel ılımlılık savıyla ortaya çıkıyorlardı. Magnus Hirschfeld, 1904 eşcinselBerlin gezisi sırasında tekrar tekrar seksin eşcinseller arasında “normal” topluma göre daha önemli bir yeri olmadığını belirtiyordu. Cinsel saflık, temizlik saygınlığın temel istemlerinden biriydi ve eşcinselliği savunan hemen herkesçe de destekleniyordu. Bu kişiler, erkeksilik imgeleri iletmeye çabalamışlardı. Küçük ve seçkin bir okuyucu topluluğu için yazılan Corydon’da André Gide kendisi gibi eşcinseller için şöyle diyordu:”eğer onların dış görünüşleri üzerinde duruyorsam, bunun nedeni, kendilerini sağlıklı ve erkeksi göstermeleridir.” Önemli olan, bunların muhtemelen halkın önünde ilk kez eşcinsel deneyimin neşe ve mutluluk getireceğini ilan eden bir yazar tarafından söylenmiş olmasıdır. Ahlaksız’da (1911) Michel’in Baktir adlı genci gördüğünde olduğu gibi.
Eşcinseller erkekliklerini kanıtlamak için birçok strateji kullandılar, sık sık yoldaşlık ruhunun onları en iyi askerler yaptığını öne sürdüler. Eski Yunan’da erkek sevgililerin omuz omuza dövüştüğü meydan savaşları bu savı doğrular görünüyor. Benedict Friedländer eşcinselliğin iyi işleyen bir orduya gerekli olduğunu söylüyordu. Die Renaissance des Eros Uranos (1911) adlı kitabında tüm normatif erkeklik ve saygınlık tanımlarını kabul ediyordu. Friedländer bu tür savları olan tek kişi değildi, ancak o savaşçı değerlere övgüsünü içine ırkçılığı alacak şekilde genişletmişti. Eşcinsellere dönük saldırıların, Aryan erkekliğini zayıflatmak amacıyla Yahudilerce yapıldığını yazıyordu. Irkçılık henüz Alman ulusçuları arasında egemen düşünce haline gelmemişti, ancak kendisi de bir Yahudi olan Friedländer ırkçılığı benimseyerek kabullenebilmek için gerekli herşeyi yapmış olduğunu düşünmüş olabilir. Bir toplumdışının, topluma giriş biletini bir başkası pahasına almaya çabalaması oldukça yaygın görülen bir davranış şekliydi. Friedländer’e göre toplumun eşcinseller için yarattığı birörnek Yahudilere daha uygundu. Normatif toplumca iki kez dışlananlar özellikle zor durumdaydılar, bu Friedländer gibilerin kabullenilmek için gösterdikleri çabayı katlamaların yol açarken diğerleri, örneğin Yahudi ve eşcinsel olan Magnus Hirschfeld, insan haklarının güçlü savunucuları olmuşlardı.
Almanya’da 1896 ile 1931 arasında Adolf Brand tarafından yayınlanan ilk eşcinsel dergi Der Eigene’de ırkçılığın saygınlık kazanmak için kullanımı sürekli bir konuydu. Birinci Dünya Savaşına dek yalnızca birkaç bin okuyucusu olan derginin tirajı Weimar cumhuriyeti sırasında, 150.000’e fırlamıştı. Dergide Cermen ırkına has güzellikte çıplak oğlan, genç erkek resimleri basılırdı. Brnad, “Süpermen” başlıklı bir şiirinde erkekliği övüyor, kadınsılığı yeriyor, Yahudi düşmanlığını kullanıyordu. Bunun açık nedeni Magnus Hirschfeld ile eşcinsel hakları hareketi liderliği için kavgalı olmasıydı.
Brnad, Hirschfeld’in eşcinselliğe tıbbi yaklaşımına karşı çıkıyordu. Eşcinseller anormal, acayip bir üçüncü cins değil erkekliğin çiçekleriydiler -Der Eigene Yunan güzellik ve kusursuzluk ideallerinin yeniden canlanışını destekliyordu. Brand cinsel saflığı vurguluyor, erkeklerarası aşkı tüm kültürel etkinlikler için önemli bir etken olarak görüyordu. Der Eigene’nin kabul edilmek için verdiği savaşımda bir tuhaflık vardı. Kendisinin varlığını borçlu olduğu Weimer dönemi hoşgörüsünü yeriyordu. Der Eigene milliyetçi sağı destekliyordu. Almanya, tüm erkekçe temizliğiyle yeniden yükselip savaş sonrası dünyanın ahlaki çürümesine son verebilirdi. Acaba Naziler Brand’ı tutuklamayarak onun sağa verdiği desteğin karşılığını mı ödüyorlardı. Daha sonra görüleceği gibi Heinrich Himmler’in eşcinselliğin zorunlu olarak Mönnerstaat’ı (erkekliğin ifadesini bulduğu durum) tahrip ettiği şeklindeki görüşü kabul edilecek ve Naziler sonunda bu tehdide bir son vermeyi kararlaştıracaklardı.
Eşcinselliğin ırkçılıktan kaçınan savunucuları arasında bile bir ölçüde erkek saldırganlığı egemendi. Almanya’dan ve ırkçılık ile milliyetçiliğin öyle sıkı sıkıya birleşmediği İngiltere’den örnekler bulunabilir. Eşcinsel olduğu hemen hemen kesin olan Sır Richard Burton binbir gece masallarını 1880’lerde İngilizce’ye çevirirken zevkle doğuda erkeklerin erkekçe ölçülere saygı duyduğunu, batıda yaygın olan sahte insanlıkçı tutumlarca bozulmadıklarını söylüyordu. T. E: Lawrence’da erkeksi doğu ile kadınsı batı arasında benzer bir zıtlık düşünecekti. Bir örnek daha vermek gerekirse, Saki diye daha iyi tanınan ve yine bir eşcinsel olan Hector Hugh Munro, toplumun Yahudilere ve kadınsı erkeklere olan önyargısını anlıyordu. Kendisi de kırk yaşını geçmesine karşın savaşa katıldı ve cephede vuruldu.
Toplumsal değerlerin bu abartılı yansımaları, trajik bir kendinden nefreti gösteriyor, kabul edilen normlardan sapanlar üzerindeki toplumun baskısını ispatlıyordu. Gerçekte bu çabaların hiçbiri eşcinsellerin kabul edilmesine yardın etmedi. Gizli cinsel aykırılıkları nedeniyle toplumdan dışlanan Burton ve Munro gibileri normallik bahanesini canlı tuttu.
Eşcinsellerin asimilasyonu çabalarına tanık olan bu çağ aynı zamanda burjuva saygınlığına karşı çıkan öncü yazar ve sanatçıların başkaldırısını da görüyordu. Orta sınıfın genç kuşağı içinde de benzer bir ayaklanma vardı ancak benzer bir etki yaratmadı. Burada bizi ilgilendiren edilgin bir protesto, bu protesto kendi düşünce ve hayallerini izleyen, duyguların dünyasına çekilen, her zaman sanatsal güzellik peşinde olan kadın ve erkekleri, sanatsal bakımdan yönlendirdi. İnsanlara ya da nesnelere ait olan bu güzellik zaman zaman güçlü erotik duygular anlatıyordu. Bu sanatçı ve yazarlar “düşkünlük” (decadence) sözcüğünü bir gurur nişanına, bir hareketin ismine dönüştürdüler. Bunu egemen değerlerin tersyüz edilmesinde ilk adım olarak gördüler. Bu düşkün (decadent) çevre bazı eşcinsel ve lezbiyenlere kimliklerini inkar etmek zorunda kalmadan bir kültürel davranış biçiminde birleşmek için ilk olanağı sağladı. Oscar Wilde ve Fransız lezbiyen yazar Renée Vivienne bu ortamda rahatlık buldular. Camille Hugsmans ve Baudelaire gibi yazarların örneklediği yaşam tarzı, tütsü kokusunun sindiği, insan ve sanat güzelliğine ait erotik düşlerin doldurduğu, mumların aydınlattığı, havasız sığınaklar sunuyordu. Saygın toplumca asimile edilmeyi reddeden bu aykırı insanlar erkekliğe ve erkeksiliğe tapınmanın bilinmediği geleceğin neredeyse kusursuz toplumunu temsil ettiklerini ilan ediyorlardı.
Oscar Wilde bazı arkadaşlarıyla işbirliği içinde eğlence için geniş ölçüde pornografik olan eşcinsel bir roman yazmaya karar verdi. Teleny ya da Madalyonun Öteki Yüzü (1893’te gizlici basıldı) adlı bu romanın kahramanı Teleny’ye “tanrısal kişilik”, “gençlik, yaşam ve erkeklik“ gibi nitelikler atfetmekle birlikte onu aykırı bir ortamda yerleştiriyorlardı. Teleny egzotik dekorlu dairesinde kendine acaip, zengin zevklerine, şehvetli işlere veriyordu. Romanda olaylar Fransa’da geçiyordu, hatta romanın kendisi de Hugsmans ve Baudelaire’in büyüsü altında yazılmıştı. Eşcinsellerin düşkünlük hakkında hissettikleri belirsizlik, çelişki Teleny’nin yaşam tarzındaki zıtlık yoluyla çalışmaya şekil veriyordu. Teleny’nin yaşam tarzı, düşman bir topluma karşı kişinin kimliğinin bir öğesi olarak düşkünlüğe olan gereksinime işaret ediyordu. Teleny’nin dış görünüşü ise erkeklik ile ilgili düşünceleri yansıtıyordu, romanda bitkin, kadınsı erkeklerin tiksindirici yüzleri veriliyordu.
Teleny’nin oldukça ince sanatsal duyarlılığı eşcinsellerle sanatçılar arasındaki düşkünlük dünyasının bir parçası olan bağlaşmayı anlatıyordu. Théophile Gautier, “eşcinsellik, sanatçının soylu hastalığıdır” diyordu, daha ölçülü, ciddi olan Krafft-Ebing ise 1898’de “eşcinsel düşkünlük” ile sanatsal duygu arasındaki tıpça kanıtlanmış ilişkiden bahsediyordu. Eşcinselliğin, düşkünlük kavramının merkezi bir öğesi olan yüksek duyarlılığı belirttiği düşünülüyordu. Düşkünler, “erkeğin inceldikçe daha kadınsı ve tanrısal” olduğunu öne sürmeyi adet edinmişlerdi.
Fin de siécle’nin yeni sanatsal tarzının mahmur gençleri yumuşak, yuvarlak hatlarıyla erkeksiden daha çok kadınsıydılar. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nde (1891) çok iyi anlattığı gibi yaşlanmaktan kaçınılmalıydı. Ancak ölüm son duygusal deneyimdi ve dolu yaşanmış bir hayatın gerekli zirvesiydi. Elinde bir gülle ölen genç bir erkeğin düşkün tasviri gençliğin mahmur güzelliğiyle son duygusal deneyimi birleştiriyordu. Utangaç, sıkılgan, düşkün için daha fazla duyarlılık, azalan bir yaşam gücünün yan ürünüydü. Bu duyarlılık beraberinde yapay uyarıcılar, güçlü, sinirli duyumlar için gereken, aşırı, ve yeni durumlar için şiddetli bir istek geliyordu. Eğer bu altkültürün erkeklerinin solgun, kassız ve saflığın estetik bir biçimine adanmış olduğu söyleniyorsa, öyle olsunlardı. Bu ortamda lezbiyen ve eşcinseller benzer düşüncedeki insanlardan oluşan bir topluluğu oluşturup, eşcinsel birörneğini aşabiliyorlardı. Ancak bunu erkeklik ülküsünü benimseyerek değil, normalliğin varlığına, normal kavramına karşı çıkarak yapıyorlardı.
Düşkün tepki büyük ölçüde Fransa ve İngiltere ile sınırlı kaldı. Bir grup İngiliz eşcinseli düşkünlüğü Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra canlandırmaya çalıştılar. Dışavurumcular ve Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi bunların bazı tutumlarını paylaşıyordu,ancak Almanya, Wilde, Beardsley ya da Baudelaire öneminde pek az insan çıkarabildi. Bu ülkede kültürel muhalefetin merkezi, ebeveynlerinin, okulların koyduğu görgü ve ahlak kurallarına karşı başkaldıran gençliğe kaymıştı, fakat bu gençlik isyanı, İngiltere ve Fransa’daki yazar ve sanatçılarınki kadar ne derin ne de eleştireldi.
1901 yılında bir Berlin varoşunda erkek öğrenciler arasında başlayan Alman gençlik hareketi kısa zamanda ülkenin hemen her yanına sıçradı. Başlangıçta hareket yalnızca erkek çocukların yetişkin gözetimi olmaksızın kırsal bölgelerde gezmelerine, kendi yaşam biçimlerini yaratmalarına olanak tanıyan bir birliktelikten ibaretti. Hepsi varsıl orta sınıf ailelerinin çocukları olan bu onüç-ondokuz yaş arası gençler önceleri harekete serüven ve eğlence için katılıyorlardı, ancak daha sonra hareket siyasallaştı. Daha yaşlı yandaşlar ve yetişkin liderler bunu “gerçeği” doğada, vatanda arayış olarak sunuyorlardı. Seçkin erkeklerin oluşturduğu bu hareket Alman ulusal bilinçliliğine taze bir itki verebilirdi. Hareketin kuramcıları gelenksel örgüt bağlarının bir grup insanı ortak bir erek için birleştirebileceğine inanmıyorlardı. Onun yerine gerçek bir yoldaşlık yaratmak için erkek aşkının gücüne güveniyorlardı. Bu yoldaşlık, kendisine dayanarak Alman ulusunun canlanabileceği hücre olabilirdi. Başlangıçta gençlik hareketi bir Mönnerbund, yani erkek topluluğu idi, kızların kendi ayrı gençlik örgütlerini oluşturmalarına daha sonra izin verildi.
Hareketin liderleri, kentte yaşayan gençler ilkel doğanın sertliğinden ve özgürlüğünden etkilenmişlerdi, harekete egemen olup, onun erkeklik ve bedensel güzellik ideallerini şekillendirmesine yardım eden duygusal ve bedensel sertlik belirtisi gösteriyorlardı. İçgüdüleri üzerinde duran bu genç insanlar, eski bir üyenin söylediğine göre, cambazlık yaparak, kolkola yürüyerek ya da kollarını birbirlerine dolayarak bedensel temasta yapmacıksız bir zevk buluyorlardı. Hareket, kendi erkeklik idealini, edebiyatında açık ve kesin olarak anlatıp inceltiyordu. Harekete yakın bir derginin yazdığına göre, Alman erkeklik ediali özdenetim alışkanlığı, sporda ve oyunlarda en iyi olabilmek için vücudun çelikliştirilmesi, insanın cinselliğini -doğanın hayatının baharındaki bir erkeğe verebileceği en büyük hediye- saçıp savurmadan kızlara karşı kibar olması. Vortrupp (öncü) adlı bir derginin her sayısında kapakta yalnızca bel kısmı örtük bir erkeğin vücuduyla bu ideal örneklendiriliyordu. Bu ideal erkek daha sonra, hastalıkların, ahlaksızlığın, ikiyüzlü bir yaşamın ve sınırlı bir profesyonelliğin bedenini bozduğu modernitenin “çirkin insan”ının karşısına konacaktı.
Alman gençlik hareketinin yandaşları, kendi gerçek değerleriyle, burjuva yaşamının yapaylığını karşılaştırıp, ahlaki ve bedensel sağlığı gönüllü ama birbirine bağlı toplulukların çerçevesinde ve daha anlamlı bir ulusçulukta arıyorlardı. Köklerini, kendi yoldaşlıklarında, bozulmamış Cermen görünümünde ve vatanlarında buluyorlardı.
Düşkünlüğün savunucuları, insanın sağlığı, kökü ve doğa gibi idealize edilen olguları küçümseme savındaydılar, ancak yine de iki hareketin ortak olan önemli bir tutumları vardı. Her iki hareket de ondokuzuncu yüzyılın sonundaki insan vücudunun yeniden keşfinde yer almışlardı. İnsan bedeninin duyumsaması ve işlemesinde yeni bir keyfi paylaşıyorlardı. Her iki akım da, burjuva saygınlığına, onun insan vücudu ve işlevleri hakkındaki utanma, saklama tutumuna karşı çıkmışlardı. Herşeye karşın, burada bile derin farklılıklar vardı. Alman gençliği çıplak erkek bedenini erkekliğin tapınağı olarak görürken, çoğu düşkün için o da bir kadın vücudu kadar duyarlıydı.
Saygınlığın bir yüzyıl önceki berraklaşmasından bu yana, bedenin yeniden keşfi onun yüzleştiği en ciddi karşı çıkıştı. Gençliğin karşı koyuşu belki de burjuva toplumu için daha rahatsız ediciydi. “Kötü yola düşmüş” erkeklerin toplumca tecrit edilmiş örnekleri olan düşkün sanatçı ve yazarlar yalnızca toplumdışı bir gruptu. Ancak orta sınıfın çocukları olan asi gençler kendi kuşaklarının seçkinleri olarak görülüyorlardı. Bu gençler kendilerinin sapkın değil sağlıklı olduklarını biliyorlardı ve yaşamlarını vatanlarının sınırları içinde tekrar düzenlemeye çalışıyorlardı. Sonuçta bu gençlerin vücutlarına olan aşkları orta sınıf değerleri için özellikle anadan doğma yıkanma, spor yapma ve güneşe tapınmayı savunan yaşamı yenileme diye adlandırılan hareketler bağlamında, daha büyük tehditti.
Gençlik hareketinin erkek bedenini yeniden keşfi gerçek erkeklik adına yapılmıştı. Hareketin devrimci yönlerinden biri de Winckelmann’ın kendi homoerotizminde, Yunan heykellerinin çıplaklığında, ulusal simgelerin erkekliğinde zaten varolan belirtileri açığa çıkarmasıydı. Normal ile anormal arasındaki duvar şimdilik ayakta kalmaya yazgılanmıştı ancak çok şiddetli biçimde sarsılacak ve kapı bir daha asla güvenle kilitlenmeyecekti.
Kaynak: “Nationalism and Sexuality”