Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Hukuk Ve Eğitim Alanında Inkılâplar

Hukuk Ve Eğitim Alanında Inkılâplar Hakkında Bilgi - Hukuk Ve Eğitim Alanında Inkılâplar Nedir Özet


Araştırmalar



Hukuk ve Eğitim Alanında İnkılâplar


Medeni Kanunun Kabulü
Tevhid-i Tedrisat Kanunu
Atatürk ve Türk Tarih Tezi
Türk Dili İnkılâbı


Medeni Kanunun Kabulü


İkinci Büyük Millet Meclisi’ nin gerçekleştirdiği önemli inkılâp hareketlerinden birisi de “Medeni kanunun” kabulüdür. Bütün fertler için her zaman söz konusu olabilen onların özel veya günlük hayatlarına ait ilişkilerine, günlük iktisadi işlerine veya işlemlerine ait kuralların meydana getirdiği hukuk olarak tanımlanan medeni hukuk, 1876 da tamamlanan Mecelle içinde yer alıyordu. Ancak Mecelle, Medeni hukukun önemli bölümlerinden olan Aile Hukuku, Miras Hukukuna yer vermemiştir. Bu meseleler “Fıkıh Esaslar” içinde yer almıştır. Evlenme, boşanma, vesayet, miras işleri şer’ iata bağlı olarak yorumlanıyor ve toplu bir kanuna bağlanmaksızın devam ettiriliyordu.

Osmanlı İmparatorluğunda Modern kanunlaştırma hareketleri Tanzimat Fermanı (1839) ile başlar. Ergun Özsunay kanunlaştırma hareketlerinin başlamasını iki sebebe bağlamaktadır. Bunlardan biri ekonomik sebep olup avrupada ortaya çıkan endüstüri inkılâbı Batı Avrupa’ nın ekonomik ve ticari hayatında köklü bir değişiklikten etkilenerek hukuk alanında değişiklik yapmayı hissetmiştir. İkinci önemli bir sebep ise siyasi baskılardır. “Düvelği Muazzama” olarak nitelendirilen 19. yy. Avrupa Devletleri; Osmanlı Devleti’ne baskı yaparak Gayr-i Müslimlere daha fazla hakların verilmsini istiyorlardı. Aslında bu baskılar Tanzimat Fermanı’ nı ilan etirmişti.

Tanzimat Fermanı’ nın ilanından sonra da birçok kanunlar Avrupadan alınmaya başlandı. 1850 yılında “Kanunname-i Ticaret”, 1858 de “Ceza Kararnamesi”, 1864 de “Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi” 1880 de “Usul-u Muhakemat-ı Hukukiye Kanunu” gibi kanunlar Fransız, İtalyan, Belçika ve İspanya kanunlarından alınarak yürürlüğe konulmuştur.

Osmanlı Devleti’nde “Özel Hukuk” alanındaki önemli gelişme Mecelle ile ortaya çıktı. Ali Paşa, Özel Hukukun da Avrupa Devletleri Hukukundan tercüme edilerek alınmasını isterken; Cevdet Paşa, Fıkıh ilkelerini yansıtan ve yerli köklere dayanan bir kanun hazırlanmasını savunuyordu. Cevdet Paşa’ nın başkanlığında bir komisyon kurulmuş ve 1869 dan 1876’ ya kadar çalışarak “Mecelle-i Ahkâm-ı Adiliyya” meydana getirilmiştir.

Hukukçular Mecelle’yi dil ve sistem bakımından mükemmel olarak kabul ederken; kanunlaştırma yönünden başarılı bulmazlar. Yukarıda belirttiğimiz gibi hukuk ve kişi hukuku, miras hukuku ile ilgili kurallar Mecelle’ye alınmamıştır. Mecelle’deki eksikliklerin giderilmesi amacıyla 1916 yılında bir Encümen kurulmuş ve Encümen çalışmalarını 1922 yılına kadar sürdürmüştür. 1851 maddeden 126’sı değiştirilmiştir. Fakat Birinci Dünya Harbi sonunda Osmanlı Devleti yıkılınca bu çalışmada dikkate alınmamış ve boşlukta kalmıştır.

Lozan Konfransı devam ederken İtilaf Devletleri Türkiye’deki Hristiyan azınlıkların haklarını gündeme getirdiler ve andlaşmanın 42. maddesini koydurdular. Bu maddeye göre “Türkiye Hükümeti Gayr-i Müslim ekalliyetlerin hukuku veya ahkam-ı şahsiyetleri bahsinde bu mesailin mezkur ekalliyetlerin örf ve adetlerince hal ve fasledilmesine müsait her türlü ahkam vaz’ına muvafakat” edilecektir. Böylece Ermeni ve Museviler aile ve miras hukuku sahasında Türk Hukukuna bağlı kalmıyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa TBMM’nin 1 Mart 1924 toplantısında yaptığı konuşmada; adli düşüncede ve kanunlarımızda değişiklik yapılacağını belirterek şunları söylemiştir: “Millet, her medeni memlekette olan adli ilerlemeyi memleketin ihtiyacına uyan esasatını istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tabi olarak adliyemizde her güna tesirattan silkinmek ve seri ilerlemeye atılmakla asla tereddüt olunmamak lazımdır. Hukuk-ı medeniyede, hukukğı ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve hurafelere bağlılık milletleri uyanmaktan meneden en ağır bir kâbustur. Türk Milleti üzerinde kâbus bulunduramaz.

3 Mart 1340-1924 tarih, 429 sayılı kanunla Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırdı. 4 Nisan 1924 tarihinde Muhamat (Avukatlık) kanunu kabul edildi. 8 Nisan 1924 tarihinde Şer’i Mahkemelerin kaldırılması ve Hakimler Teşkilatı kanunu 469 sayılı kanunla kabul edildi.

Mustafa Kemal Paşa 5 Kasım 1925’ de Ankara Hukuk Mektebi’ nin açılışında yapmış olduğu konuşmada “Cumhuriyet Türkiyesinde eski hayat kuralları”nın olmayacağına işaretle şunları söylüyordu: “...eski hukuk yerine kavaid’i hayatın ve yeni hukukun kaim olmuş bulunması bugün gayri tabii tereddüt bir emrği vâkidir... Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski esasat-ı hukukiye’yi temelinden hal etmek teşebbüsündeyiz”.

Mustafa Kemal Paşa’ nın da direktifleri doğrultusunda hukukta yeni arayışlar devam eder ve İsviçre Medeni Hukuku tercüme edilmeye başlanır. Adalet Vekili Mahmut Esat Bey, İsviçre’de hukuk tahsili görmüş olduğundan bu ülkenin kanununu almak için tereddüt etmemiş ve şöyle açıklamıştır. “Fransız Medeni Kanunu çok ihtiyarladı. Bugün kanunun adı var. Fakat gerçek şudur ki, onu cenaze halinde tutan halkçılarla, mahkeme kararlarıdır. Şurası inkar edilemez ki, Fransız Medeni Kanunu, batı milletlerini, medeni bir aile haline getirmekte büyük rol oynadı. Çünkü, bütün batı milletleri bunu kendilerine mal ettiler. Albert Sorel (Fransız ıhtilali’nde) der ki; şüphe yok ki medeni kanun Napoleon savaşlarının, fetihlerinin, hepsinin üstünde bir fetihtir. Fetihlerden yanlız o kaldı, o kalacaktır. Doğru, fakat rolünü yapmış, bitirmiş ihtiyar gibi o da çağ yapmış, sayın bir ihtiyardır o kadar.” Mahmut Esat Bey Alman Medeni Kanununun alınmamasını da şöyle izah eder. “Alman Medeni Kanunu çok soyut (absraid) ve karakteri bakımından çok filozofik idi. Pratik değildi”. İsviçre Medeni Kanununun dünya medeni kanunları arasında en yenisi, anlaşılması en kolay olanı ve en demokratik olduğunu işaret eden Mahmut Esat Bey, İsviçre kanununun medeni kanunlar içinde en yüksek ve en büyük hukukçular tarafından meydana getirildiğini ve kabul edildiğini, kanunun Türk Milleti’ nin yapısına da uygun bulunduğunu savunur.

Meclis, kanunu 17 Şubat 1926 tarihinde kabul etmiştir. 743 sayılı Medeni Kanunun kabul edilmesinden sonra İsviçre Borçlar kanunu da 22 Nisan 1926’da TBMM tarafından kabul edildi. Her iki kanun 4 Ekim 1926’ da yürürlüğe girdi.

Medeni Kanunla tek evlilik sistemi kabul edilmiş olup, evlenme resmi esaslara bağlanmıştır. Halbuki daha önce uygulanan Şer’i Hukuk’ da baba ve dede tarafından cebr hakkı kullanılarak evlendirilen kişiler kural olarak bu akti iptal ettiremezlerdi. Medeni kanunla cebr hakkı kaldırılmış ve kişi evlenmeye zorlanamaz hale getirilmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu


Toplum hayatında eğitim öğretim faaliyetlerinin çok önemli bir yeri vardır. Devlet eğitim faaliyetlerine önem vermek mecburiyetindedir. Devletin ve milletin geleceği sağlam, çağa uygun, millî ve manevî değerleri yücelten bir eğitimle mümkündür. Osmanlı Devleti’ningerilemesinde ve yıkılmasında eğitim ve öğretime yeteri kadar önem verilmemesi, ilimden uzaklaşılması gerçeği vardır.

Tanzimat döneminde başlatılan eğitimdeki modernleşme faaliyetleri yeterli seviyede olamamış ve Türk milleti eğitimden nasibini alamamıştır. Türk milletinin yücelmesinin cehaletin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını bilen Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadele devam ederken Ankara’da Maarif Kongresinin toplanmasını istemiş ve 16 Temmuz 1921’de Kongre toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa Kongrede yaptığı konuşmada Milli kültürün önemini şöyle ifade etmiştir:

“Şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir sebep olduğu kanaatındeyim. Bunun için bir Milli Eğitim programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamen uzak, milli seciye ve tarihimize uygun bir kültür kastediyorum. Çünkü milli dehamızın tamamıyla inkişafı (gelişmesi), ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür zeminle mütenasiptir (uygundur).O zemin, milletin seciyesidir.”

Mustafa Kemal Paşa 1 Mart 1922 tarihinde TBMM açılışında yaptığı konuşmada da memleketten cehaletin kaldırılması, memleket evladının sosyal ve iktisadi hayatta bizzat etkili olabilmesi için ilk bilgilerin okullarda verilmesi, medeni bir toplum olabilmek için ilim ve irfanda ileri gidilmesi, layık olunan medeni seviyeye çıkılması, yüksek meslek sahiplerinin ytişmesi gerektiğini, bunların da ancak eğitimle mümkün olabileceğini açıklar. Yapılacak Maarif programları bu doğrultuda olmalıdır. “‚ocuklarımıza vereceğimiz eğitimin sınırı ne olursa olsun en evvel herşeyden evvel Türkiye’nin istiklâline (bağımsızlığına), kendi benliğine ve millî ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” der.

Milli Eğitimin millî ve laik esaslar üzerine oturtulması Mecliste gündeme getirildi ve Hilâfetin kaldırılmasıyla ilgili kanun taslağını takiben Saruhan mebusu Vasıf Bey ve arkadaşlarınca hazırlanan kanun teklifi Meclise sunuldu. Kanunun hazırlanmasındaki amaç devletin irfan ve umumi maarif siyasetinde milletin fikir ve his itibariyle birliğini temin etmekti. 3 Mart 1924’de Meclis tarafından kabul edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanuna göre; Türkiye dahilindeki bütün eğitim ve ilmi kurumlar Milli Eğitim Bakanlığına bağlanıyordu.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile aynı tarihte “Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiyeği Umumiye (Genelkurmay) Vekaletlerinin Kaldırılmasına Dair Kanun da meclis tarafından kabul edildi. Böylece “Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin bütçesinde olan mektepler ve medreseler için ayrılan ödenek Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığı) devrediliyordu.Medreselerin geleceğini Milli Eğitim Bakanlığı tayin edecekti.Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi kanununun üçüncü maddesi medreselerin bütçesini Milli Eğitim Bakanlığına bıraktığından bu okulların harcamaları için ödenek ayrılmayınca medreseler kapanmış oluyordu.

Yüksek din uzmanları yetiştirmek için İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip yetiştirilmesi için de İmam Hatip Okulları açılması kanunla öngörülüyordu. Devlet bu hizmetleri yerine getirecekti.

Mustafa Kemal Paşa yaptığı gezilerinde milletin mektep istediğini ve bundan sonra medreselerin açılmayacağını dile getirmiştir.

İki yıl sonra 2 Mart 1926 tarihinde kabuledilen “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun”ile eğitim hizmetleri düzenlendi ve devletin müsaağdesi olmaksızın hiçbir okul açılamayacaktı.

Harf ınkılâbı (1 Kasım 1928)

Harf inkılâbı 1 Kasım 1928 tarihinde gerçekleşmiştir. Ancak II. Meşrutiyet döneminde Latin harflerinin alınması ve bir harf değişikliğine gidilmesi için devrin ay­dınları konuyu zaman zaman dile getirmişlerdir.

İkinci Meşrutiyet döneminde eğitim ve öğretime önem verildiğinden Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından 1909 yılında “İmla Ko­misyonu” Recaizade Mahmut Ekrem 1911 de “Islah-ı Huruf Cemiyeti” Mü­şir Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında 1912 yılında kurulan “Islah-ı Hu­ruf Encümeni” gibi kuruluşlar alfabe sorununa çare bulmağa çalışmışlardır.

“Islahatçılar” olarak bilinen aydınlar Türkçe kelimelerin yazımında sesli harflerin kullanılmasını savunmuşlardır. 3 Şubat 1912 de “Islahat-ı Hu­ruf Encümeni” İstanbul Üniversitesi Konferans salonunda konu ile ilgili kon­ferans düzenlemiş ve meseleyi gündeme getirmiştir. Hukukçu ve yazar Ispar­talı İsmail, Hüseyin Cahit ve Celâl Nuri (İleri) gibi gazeteci yazarlar Latin harflerinin alınması hususunda yazılar kaleme almışlardır.

Birinci Dünya Harbi’nden sonra Rusya’da ‚arlık rejimi yıkılmıştı. Yeni re­jim döneminde Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını aldılar. Peşinden Azeri Türkleri Latin yazısına geçtiler.

Mustafa Kemal Paşa İstiklâl Harbi’nden sonra Türk Milletini çağdaş medeniyet seviyesine çıkarmak için köklü inkılâplar yapmaya başlamıştı. 1923 ve 1924 yıllarında harf değişikliği gündeme getirilmiş ve İzmir Mebusu Şükrü Saraçoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görü­şülürken durumu şöyle açıklamıştır:

“Benim kanaatimce bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı? Efendiler, bunun yegâne kabahati harflerdir. Hacımızın, ho­camızın, âmirimizin, memurumuzun gayretine, yıllardan, asırlardan beri yapılan bunca fedâkarlıklara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur.”

Şükrü Saraçoğlu bu konuşmasıyla harf inkılâbı yapılması gerektiğini T.B.M.M. Meclisine taşımış oluyordu. Harf inkılâbına taraftar olanlarla, olma­yanlar bundan böyle değişik gazete ve dergilerde görüşlerini dile getireceklerdi. 1926 yılına geldiğimizde bu tarihte (26 Şubat 1926) Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de Uluslararası Türkoloji Kongresi toplanır.Kongrede Türkiye’nin Arap harflerini bırakarak Latin yazılarını almaları oylamaya konur. Üyelerden 101’i olumlu, 7’si olumsuz ve 6’sı da çekimser oy kullanır. Bakü’de yapılan bu kongrenin de Türkiye’deki alfabe değişikliğinde etkili olduğunu ileri sürenler olmuştur.

1926 yılı da basında harf inkılâbına taraftar olan ve olmayanların tartış­malarıyla geçer. Aynı yıl Celal Nuri (ileri), Mithat Sadullah, Hidayet ısmail gibi yazarlar Latin harfleriyle ilgili değişik “Türk Alfabesi” önerileri ortaya koydular. 1927 ve 1928 yıllarında da tartışmalar devam etti. 1927 yılında Latin harflerinin alınmasına hükümetçe karar verilmiş ve TBM Meclisi başkanı yardımcısı Hasan Bey, Latin harflerinin alınmasının uygun olacağını basına açıklamıştır. Başbakan İsmet Paşa da Halk Partisi kongresinde yapmış ol­duğu konuşmada yazı devriminin düşünüldüğünü açıklamıştır.

Ocak 1928’de eski Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) başkanlığında bir komisyon kurulur ve harf inkılâbı konusu incelemeğe alı­nır. 20 Mayıs 1928’de Milli Eğitim Bakanlığı Başbakanlığa Dil Encümeni ku­rulması için bir yazı gönderir. Bakanlığın önerisi 23 Mayıs’da Bakanlar Ku­rulunda onaylanır. Mustafa Kemal Paşa Dil Encümenine düşüncelerini bildirerek emirler verir ve 4 Haziran’ da İstanbul’a gider. Dil encümeni çalışma­larına başlar ve latin yazısı temelinde yirmi kadar alfabeyi inceler. Dil Encü­meni hazırladığı Türk alfabesi projesini 1 Ağustos 1928’de ıstanbul Dolmabahçe Sarayında Mustafa Kemal Paşa’ya sundu. M. Kemal Paşa üç ay içinde yeni yazıya geçilmesini ister. 9/10 Ağustos 1928 gecesi Gülhane konuşmasında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını halka açıkladı.

Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında meseleyi şöyle açıklar:

“Arkadaşlar, bizim güzel, ahenkdar, zengin lisanımız, yeni Türk harfle­riyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılamayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kur­tarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel surette anlayacağız. Ben buna eminim. Siz de emin olunuz. Şimdi yeni Türk alfabesiyle yazdığım bu notları bir arkadaşa okutacağım; dinleyiniz; göreceksiniz ki çok kolay yazıl­makta ve okunmaktadır.”

Mustafa Kemal Paşa 1 Kasım 1928 günü Türkiye Büyük Millet Mecli­si’ nin ikinci toplantı yılını açarken yaptığı konuşmasında da harf inkılâbına yer verir ve şöyle söyler. “...Her vasıtadan evvel büyük Türk Milletine onun bü­tün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anah­tarı vermek lazımdır. Büyük Türk Milleti cehaletten az emekle kısa yoldan an­cak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe Latin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun ol­duğunu, şehirde ve köyde, yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne kadar kolay oku­yup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.”

TBMMeclisi Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’u 1 Kasım 1928 tarihinde kabul etti. Kanun 3 kasım 1928’ de Resmi Gazete’ de ya­yınlanarak yürürlüğe girdi.




Ataürk ve Türk Tarih Tezi



Tarihi olayların ilmi esaslara ve belgelere dayalı olarak doğru bir şekilde incelemesini ve ortaya konulmasını isteyen Atatürk Tarihi yazanların yapana bağlı kalmasını belirterek şöyle demiştir:

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”.

Mustafa Kemal Atatürk Türk Tarihinin tetkik edilerek çok eski çağlardan günümüze kadar geçirdiği evrelerin aydınlatılması için “Türk Ta­rihi’ni Tetkik Cemiyeti”ni 15 Nisan 1931’de kurdurmuştur. Türk tarihini de­rinlemesine inceleyen Atatürk Asya Hun Türklerinden bahsederken şu çok önemli tes­bitlerde bulunmaktadır:

“Asya Türk Hun İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi Çin’de imparator­luk kuruluş tarihi ile başlar. Çin’in M.E 13. asra ait vesikaları bunu böyle kay­deder. Ancak bu büyük Türk ımparatorluğunun bizce malum olabilen impa­ratoru Teoman’ dır. Teoman M.E. 13. asır başında yaşamış büyük bir kah­ramandır. Teoman’ın oğlu Türk imparatoru da meşhurdur. O, Doğu’da Kadırgan dağlarından Batı’da Hazar Denizi’ne kadar, Kuzey’de Sibirya’dan Güney’de Himalaya eteklerine kadar geniş hudutlar içinde büyük Türk İm­paratorluğunu teşkil eden yüksek bir hakandır”

Osmanlı Devleti ile de önemli tesbitler yapan Gazi Mustafa Kemal Ata­türk görüşlerini şöyle açıklar:

“Türk Milleti bin yıldan fazla bir zamandan bu topraklarda yaşama hakkına sahiptir. Bu, eskiye ait kalıntılarla tesbit edilmiştir. Osmanlı Devle­tine gelince, bu devlet yedi asırdır yaşamaktadır ve muhteşem mazisi ve tari­hiyle övünebilir. Biz kudreti ve haşmeti bütün dünyada, Asya, Avrupa ve Af­rika kıt’alarında tanınan bir milletiz. Cengaverlerimiz ve ticaret gemilerimiz okyanusları aşmışlar ve bayrağımızı Hindistan’a kadar götürmüşlerdir. Ka­biliyetlerimiz, bir zamanlar sahip olduğumuz ve bütün dünyaca bilinen ha­kimiyetimizle isbat edilmiştir. Fakat son yüzyıl boyunca Avrupa kuvvetlerinin hükümet merkezlerindeki entrikaları ve bu entrikaların neti­cesinde istiklâlimize müdahaleleri, iktisadi hayatımızı engelledikleri kayıtlar, yüzyıllarca birarada yaşadığımız müslüman olmayan unsurlarla aramıza ih­tilaf tohumları ve bu durumlara ilaveten hükümetlerimizin zayıflığı ve bunun neticesi olan kötü idare, çağdaş seviyede gelişme ve refah yolunda ilerleme­mize engel teşkil etti. Bugün içinde bulunduğumuz acı durum hiçbir zaman bizim esastan ehliyetsizliğimizi veya çağdaş medeniyete uyamadığımızı ifada etmez. Bu tamamen yukarda sayılan birbirine zıt sebepler yüzünden hasıl ol­muştur”.

Türk çocuklarının ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapacağını belir­ten Atatürk Türk Tarihi’ni araştırmak için Tarih Kurumunu kurdurdu. “Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur” diyen Ata­türk Türk Milletinin kendisini tanımasını istemektedir.

Türk Tarih Kurumunun kurulmasından sonra 1932 yılında da ilk “Türk Tarih Kongresi” toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede tartışmaya açıldı. Kongre sonunda ortaya çıkan tarih tezine göre Türk tarihi sadece Osmanlı Ta­rih’inden ibaret değildir. Türk Millet’inin tarihi çok eskidir ve temas halinde olduğu muhtelif milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir. Heyet çalış­maları sonucunda Ortaokul ve Liselerde okutulmak üzere “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitap hazırlamıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 1935 yılında “Türk Tarih Kurumu” adını almıştır.


Türk Dili İnkılâbı


Türkçenin millileştirilmesi ve zenginleştirilmesi için 12 Temmuz 1932 de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” (Türk Dil Kurumu) kuruldu. Kurum Türkçenin sözlüğünü, terimlerini ortaya çıkararak; gramer bilgisini, cümle bilgisini etimoloji konularını izleyecekti. Dilin toplum yapısında birinci dere­cede önemi vardır. “Millî his ile dil arasındaki bağlantı çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dil­lerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek is­tiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğu altından kurtarmalıdır” diyen Atatürk daha 1930’lu yıllarda Türk dilinin in­celenmesi için bir kuruma ihtiyaç olduğuna dikkat çekmişti. Çünkü milli şuur ancak dil ve tarihle ayakta kalabilirdi. Dünyanın en güzel, en zengin ve en ko­lay dili olan Türkçe’ nin yabancı tamlamalardan ayıklanması lazımdı. “Türk milletinin kalbi olan Türk dilinin” bilim yöntemleriyle kuralları ortaya konulmalıydı. Onun için Türk Dil Kurumu kurulumuş ve Türk diliyle ilgili çalışmalar yapılmıştır.

Bunun hakkında hemen düşüncelerinizi ya da sorunlarınızı yazabilirsiniz...

Hızlı Yorum Sistemi
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

İsim Email Şifre Kuran'daki ilk sure

Yorumlar :

Henüz yorum yapılmamış