MALAZGIRT MEYDAN MUHAREBESİ
Yakın doğuda çeşitli soy ve sülalelerin hakimiyetlerine sor verecek siyasi birlik meydana getiren Selçuklular gittikçe güçlenmekteydiler. Siyasi bir teşekkül halinde gelişmekte olan bu Selçuklu devleti için, ilk olarak fethedilmesi lüzumlu olan iki bölge vardı; biri Mısır diğeri Anadolu idi.
Bilindiği gibi Mısır, Şiilik propagandasının merkezi idi. Anadolu ise devlet olma yolunda önemli merhaleler aşan ve Selçuklu fetihlerine elverişli, müsait bir sahaydı. Özellikle Anadolu, Türkler için başka yönlerden de cazip bir bölgeydi. Çünkü Anadolu yaylası, uzak bozkırlardan göç ederek, eski yurtlarına bir daha dönmemek üzere gelmiş, Selçukluların hizmetine girmiş ve bu devletin şuurlu sevk ve idaresi altında Bizans sınırlarına yayılan Türkmenler için en uygun hayat şartlarına sahipti.
Selçuklu imparatorluğunun gelişme çağını açan Çağrı Bey ile Sultan Tuğrul Bey zamanında Anadolu’ya bazı akınlar yapılmış, kilit noktaları zorlanmıştı. Fakat asıl mücadele Alpaslan zamanında olmuştur. Alpaslan ilk önce Bizans’a bağlı stratejik mevkileri ele geçirmişti. Bizans akıncılar tarafından tahrip ediliyordu.
Asırlarca süren İslam-Bizans mücadeleleri Anadolu’nun harap olmasına, nüfusun azalmasına ve medeni, iktisadi geriliğe sebep olmuştur. 1067’de ölen Bizans İmparatoru X. Kostantinos Dükas’ ın ölümü ile, onun üç oğlu adına, yerine geçen İmparatoriçe Eudoxia zamanında Doğu roma iç karışıklıklar içinde bulunuyordu. Sarayda menfaat esasına göre kurulan grupların yersiz müdahaleleri yüzünden sarsılan imparatorlukta ordu iyice ihmale uğramıştı. Özellikle, eyaletlerdeki ve Anadolu’daki askeri birlikler parasız ve yiyeceksiz bırakılmışlardı. 1067 yılında Malatya’ya kadar gelen Afşin kumandasındaki Türkmenlere karşı duramamışlar ve onun Kappadokia’nın merkezi Kayseri’ye hücuma engel olamamışlardı. Kilikya çevresinde dolaşan Türkmenleri püskürtmek üzere gönderilen General Nikephoros Botaniates kuvvetleri, savaş yapmadan dağılmışlardı.
Türk akınlarının çoğalması ve hatta Bizans’ı müşkil durumda bırakması İmparatoriçenin idarenin başına bir erkek geçirebilmek için evlenmesine sebep oldu. Kappadokia’lı asil bir aileden olup, Sardika dükalığı zamanında Peçenek’lere karşı parlak zaferler kazanan, fakat hükümet darbesi teşebbüsünden suçlu bulunan Romanos Diogenes’in kendisine koca şeçti.
Nitekim, Bizans imparatorunun Türklerin kesilmeden devam eden ve ülkesini sarsan akınlarına bir son vermek için 1068-1069 yılları seferlerine bağlı olarak , 1070 yılında kendi yerine, Doğu orduları baş komutanlığına tayin ettiği General Manuel Konneus’u görevlendirmişti. Görev belli ve açıktı. Türk akınları durdurulacak ve rastlanacak her ordu yok edilecekti. Fakat 1070’teki bu üçüncü seferde de bir şey yapılamadı ve hatta Bizans komutanı Türklere esir düştü.
İmparator R.Diogenes’in bütün çabalarına rağmen, Türk akıncıları gün geçtikçe daha ileri yerlere yayılıyorlar ve Alpaslan hedefine biraz daha yaklaşıyordu. Burada önemli olan şudur ki Türk akınları daima başarıyla sonuçlanıyordu.
1040 Yılında kazandıkları Dandanakan zaferi ile Büyük Türk hakanlığı tahtına yerleşen Selçukoğlu Tuğrul bey ile halefi olan yeğeni Alpaslan zamanlarında Türkler, Bizans’la karşı karşıya gelmişlerdi. 30 yıl içinde Selçuklu Oğuz Türkleri, her yıl biraz daha büyük çapta olmak üzere birçok Anadolu akını ve seferleri yapmışlar, bu büyük ülkeyi olgun bir meyve haline getirmişlerdi. Türk akıncıları her yıl Anadolu’yu tarıyor bu büyük zafer için zemin hazırlıyorlardı. Bizans tahtında Oturan Romano Diogenes nihayet bu durumdan sıkılarak 13 mart 1071 günü Türk ordusunun üzerine yürüme kararı aldı. O sırada ülkenin durumu iyi değildi. Tüm obalar Alpaslan’ın sultan olmasını istiyordu. Alpaslan bunu kabul edip babasının ve Allah’ın izinden ayrılmayacağını, toprak almak için savaşmayacağını söyledi.
İmparator, 13 Mart 1071 günü İstanbul’dan harekete geçti. Eskişehir üzerinden geçerek Kızılırmak vadisini takip ederek Sivas’a ulaştı. Sivas’ta bulunan Rumlar, Ermenilerden şikayette bulunca İmparator, Sivas şehrini tahrip ettiği gibi bir çok Ermeni’yi de öldürttü. Sivas’tan Erzurum’a geçen imparator, 20,000 kişilik bir birliği Gürcistan’a, 30,000 kişilik bir öncü birliğini de Ursel ve Tarkhaniotes gibi komutanların emrinde Malazgirt ve Ahlat üzerine göndererek, onlardan yolların açılmasını ve ordunun ihtiyacı olan erzakı temin etmelerini istedi.
Sultan Alpaslan ise, Halep’ten ayrıldıktan sonra, önce doğuya yönelerek gerekli savaş hazırlıklarını yapmış, yeni kuvvetler tedarik ederek kuzeye dönmüştü. İmparatorun Malazgirt’ i tehdit altına düşürdüğünü öğrenince de yürüyüşünü hızlandırarak Ahlat’a ulaştı. Alpaslan, Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklu ordusunda hizmet veren yaşlı ve yorgun Irak-ı Acem kıtalarından müteşekkil olan ordusunu dağıtmış, yerine genç ve dinamik bir ordu kurmuştu. Ancak bu ordu Bizans ordusuna göre sayıca az kalmıştı. Sayısı 20,000 olan bu ordu içinde Süleyman şah, Mansur, Gevherayin, Porsuk, Bozan ve Savtekin gibi mahir komutanlar olup süvariler de bozkır muharebelerinde pişmiş, seri manevra kabiliyetine sahip seçkin askerlerden müteşekkildi. Ayrıca bu ordunun Artuk Bey ve Tutak gibi Türkmen beyleri tarafından da desteklendiği kuvvetle muhtemeldir.
Ahlat’a ulaşmış olan Sultan Alpaslan, karısını ve yanındaki çocuklarını vezir Nizamü’l-Mülk ile Hemedan’a göndererek yeni yardımcı kuvvetlerin harp sahasına yetişmelerini istedi. Kendiside bir öncü birliğini, Bizans ordusunun durumunu anlamak üzere ileri hatlara sevk etti.
İmparatorun yardıma yolladığı Bryennios da püskürtülüp yaralı bir halde çekilmeye zorlandı. Bu hadiseler üzerine imparator, Ahlat’a doğru ilerlerken, Malazgirt ’in 10-12 km. yakınındaki Zahra safasına geldiği zaman tepelerin Türk birlikleri tarafından tutulmuş olduğunu görerek burada karargahını kurdu. Aynı günün gecesinden itibaren tepelerdeki Türk birlikleri, küçük gruplar halinde Bizans ordusuna yaptıkları hücumlar sonucu onları taciz ettiler. Sultan Alpaslan, komutanlarından Savtekin ile Kadı İbnü’l-Mahleban’ı imparatora göndererek on bir defa daha barış teklifinde bulundu. Ancak gönderilen bu ekibi iyi karşılamayan imparator, müzakereleri Rey’de yapacağını, İsfehan’ da kışlayıp hayvanlarını Hemedan’da otlatacağını öyledi. Yapılan barış teklifinin reddedilmesi üzerine savaş kaçınılmaz hale geldi. Başta halife olmak üzere bütün İslam dünyası, Türklerin zaferi için dua etti. atta halife, bütün İslam ülkelerindeki hutbelerde şu duanın okunmasını emretti:
<< Allah’ım, İslam sancağını yücelt, ona yardım et! Başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle müşrikliği münzehim et. Sana itaatle canlarını feda edip, sana tabi olma hususunda kanlarının akıtan, senin yolunun mücahitlerini kuvvetlendirerek, yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduranları yardımlarından mahrum etme. Müminlerin emrini bürhanı olan sultan Alpaslan’ın Senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün, şanını yaysın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için onu lütufkar ve her zaman devamlı tesir icra eden desteğinden mahrum etme. Onun kafirlerin karşısındaki bu günü yarınına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır. Çünkü o senin ulu rızan için rahatını terk etti. Malı ve canıyla emirlerine uymak gayesiyle Senin yoluna düştü. >>
İki ordu, 26 Ağustos 1071 Cuma günü karşı karşıya geldi. Selçuklu sultanı, Cuma namazı vaktini bekleyerek taarruzu biraz geciktirdi. Topluca kılınan Cuma namazından sonra, beyaz bir elbise giyinmiş olan sultan, atının kuyruğunu bizzat bağladı, ön saflarda ordusunun bir askeri gibi savaşacağı maksadıyla ok ve yayını bırakıp kılıç ve topuzunu eline aldı. Sonra ordusuna şu veciz hitabede bulundu:
<< Biz ne kadar az olursak olalım onlar ne kadar çok olursa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya da şehit olarak Cennet 'e giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan emredilen asker yoktur. Zira, bugün bende ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim.>>
Türk ordusunda bu hazırlıklar devam ederken, Bizans ordugahında da dini törenler yapılıyor, asilzadeler ellerinde taşıdığı haçlar ile askeri cesaretlendirmeye çalışıyorlardı.
Selçuklu ordusu ise dört kısım ayrılmıştı. Daha kalabalık olan iki kısım muharebe meydanının yanlarındaki tepelerde pusuya yatırıldı. Geriye kalan iki kısım ise, Bizans ordusunun karşısında yerini altı. İlk olarak, okçuların desteğinde Türk ordusu hücuma geçti. Bizans imparatoru Diogenes, az ayıda bir kuvvet ile hücuma geçen Türkleri ilk anda ezmek düşüncesiyle, bütün hatları ile karşı taarruza kalktı. Bizans ordusunun ilerleyişi karşısında sultan Alpaslan, çekilmeye başladı. Bu sahte çekilişi bir bozgun zanneden imparator, Selçuklu ordusunu takip ederek Alpaslan tarafından önceden hazırlanan pusulara kadar geldi. Burada Selçuklu ordusu, yanlardan ve arkadan çevrilmiş Bizans ordusu üzerine umumi taarruza geçti. Bu sırada Bizans ordusunun uçlarında bulunan Oğuz ve Peçenek süvarileri soydaşlarının saflarına katıldılar. Hatasını anlayarak geri çekilmeye çalışsa da ordu bunu bir bozgun olarak görerek dağılmaya başladı.
Akşama doğru Bizans ordusu, gittikçe daralan çember içinde imha edilmeye başlandı. Neticede Bizans ordusu, ağır bir mağlubiyete uğrayıp perişan oldu. Yaralı bir vaziyette esir edilen İmparator Romanos Diogenes, yakalanan kurmay heyeti ile birlikte sultanın huzuruna getirildi. İmparatora iyi davranan Alpaslan, onun yapmış olduğu hataları belirttikten sonra, onun kendisinden nasıl bir muamele beklediğini sordu. İmparator, öldürebileceğini yahut zincire vurularak İslam ülkelerinde dolaştıracağına az bir ihtimalle de affedileceğini söyledi. Büyük Selçuklu devletinin bu Alicanap sultanı, imparatoru teselli edip onu affedeceğini söyledi. İmparatorla metni elimize geçmeyen, ancak bazı maddeleri kaynaklarda belirtilen bir antlaşma yapan sultan, onu ve diğer asilzadeleri bir süvari kıtasının muhafazasında memleketine iade etti.(3 Eylül 1071). Esirler serbest bırakıldı.
Ancak İmparator, Bizans topraklarına girdiğinde, Mikhael ’in imparator ilan edilmiş olduğunu öğrendi. Çok geçmeden Michael adamlarınca yakalanıp gözlerine mil çekildi.
Malazgirt zaferi Türk tarihinin olduğu kadar, Bizans tarihinin de bir dönüm noktası olmuştur. Bizans devletinin yıkılmasına ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasına varacak bu zaferin sonunda Sultan Alpaslan, başta halife olmak üzere her tarafa fetihnameler gönderdi. Başta Bağdat olmak üzere bütün İslam alemi bu olayı şenliklerle kutladı.
Sultan Alpaslan, Diogenes’ in öldürüldüğünü duyunca Bizans üzerine yürüme kararı dahi almıştı. Bizans kendine çok güvenmesine rağmen, tek kişiye on adam düşen bu savaşta ağır bir yenilgi almıştı. Alpaslan kılıcını göğe uzattı ve Allah’a şükretti. Alpaslan Bizans imparatoru ile muaheyeyi Bizans’ın tanımlaması için Kutalmış oğlu Süleyman Şah ’a Anadolu’nun açılmasını emretti. Alpaslan haşhaş satan ve inanları zehirleyen Yusuf’u huzuruna çağırttı. O anda belinden çıkarttığı hançerle haince Alpaslan’ı öldürmüştür. Hançeri sapladıktan sonra kılıçlanarak öldürüldü. Böylesine sapık saldırının bir gün sonrası vefat etti. Sultan Alpaslan, Türk tarihinin dönüm noktasında kazandığı bu büyük zaferle Türklerin dünyaya hükmetmelerine zemin hazırlamış, Türklerin batıya ilerlemelerini sağlamışlardır. Türklerin tarih boyunca kazandıkları zaferler istikballeri için bu kadar etkili olmamıştı. 1071 Malazgirt’ten sonra Türkler Marmara’ya eriştiler. Avrupa’da nüfusu 100,000’i aşan yer yoktu. Dünya ticaret yolları tamamen Müslümanların elindeydi. Üç asırdan beri Avrupa’da tek bir altın sikke bile kesilmemişti. Hiçbir Hıristiyan devletinin nüfusu 10,000,000’u aşmıyordu.
1071 Malazgirt Savaşı ile Alparslan'ın Anadolu kapılarını Türkler 'e açtığı söylenir. Bu tarihi yorum eksiktir. Bugünkü bilgilerimiz, Anadolu'nun ezelden Türk vatanı olduğunu göstermektedir. Fred Hamory (Macar), Kazım Mirşan, Selahi Diker ve Haluk Tarcan gibi bilim adamları, özellikle Sumerce ile bugünkü Türkçe arasındaki tıpatıp benzerlikler bulunduğunu ortaya koymakta, Anadolu'da bulunan eski yazıtların öntürkçe olduğunu ispatlamaktadır. Yine Frikler, Likyalılar ve Hattiler'den kalan yazıtların ön Türkçe olduğu tespit edilmektedir. Roma medeniyetinin altyapısını teşkil eden Etrüskler'in de İtalya'ya Anadolu'dan gittiği ve onların yazılarının da ön Türkçe olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, Alparslan'ın, Malazgirt Savaşı ile tapusu Türkler 'e ait olan Anadolu'yu tekrar asli sahibine iade sürecini başlattığı söylenebilir. Alparslan bir yandan da denize ulaşmak ve Anadolu coğrafyasına tamamen hakim olarak Avrasya merkezli yeni bir medeniyetin öncülüğünü yapmak istiyordu. Nitekim, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türkler, Anadolu'da yeni ve büyük bir medeniyet kurdular.
Kızılırmak'ın Doğusu ve Batısı
Osmanlı'nın son döneminde Türkçe'nin, dolayısıyla Türk düşüncesinin ve bilimsel gelişmenin duraklaması ve hatta gerilemesi sonucunda, İngiltere, Fransa ve Rusya Kızılırmak'ın doğusunu Rumlar'a Batısı'nı Ermeniler'e teslim ederek bu topraklardaki Türk varlığını tamamen yok etmeyi planladılar. Bu plan Ermeniler'e ve Kürtler'e ayrı devlet kurmayı öngören Wilson prensipleri ile de desteklendi. Ermeni istilası İttihat ve Terakki tarafından tehcir ile önlendi. Kürtler Türk varlığının bir parçası olduklarını ilan ettiler ve bu savaşta düşman oyununa gelmediler. Karadeniz'deki Rum çeteleri, Mustafa Kemal Paşa'nın da desteğiyle Osman Ağa komutasında ortadan kaldırıldı. Ege'de devlete isyan etmiş efeler, Rum çetelerine karşı milli mücadeleye katıldı. İç isyanların bir kısmı Osman Ağa ve Çerkez Ethem kuvvetleri tarafından bastırıldı. Mustafa Kemal Paşa'nın başkomutanlığında sürdürülen milli mücadelede Kazım Karabekir Paşa Şark cephesini düşmandan temizledi. Garp Cehpesinde İsmet İnönü Türk'ün makus talihini yendi. Sakarya'da düşman tuzağa düşürüldü ve son olarak Dumlupınar'da Fevzi Çakmak Paşa'nın ve bütün diğer komutanların katılımıyla büyük taarruz gerçekleşti. Ancak Anadolu'nun yeniden Türkleşmesi bitmemişti. Halka "Ne mutlu Türk'üm diyene" politikası ile ulus bilinci vermeye çalışan Atatürk, Balkanlar'da kalan Türk varlığı ile Anadolu'daki Rumların mübadelesini sağladı. Gerçi bugün anlıyoruz ki, gidenlerin tamamı Rum değildi. Yüzyıllar önce Hristiyan olmuş, ana dilleri, mezar taşlarındaki yazıları ve hatta ibadet dilleri bile Türkçe olan fakat dinlerinden dolayı Türk sayılmayanlar da bu kitleler içinde Anadolu'dan gönderildi. Sonuç olarak, Anadolu'nun yeniden Türkleşmesi mübadele ile tamamlandı.
Emperyalist taktikler
Özellikle İngiltere, Anadolu yaylasında kurulan yeni milli devletin, dil ve tarih politikasını gördükçe bu yapılanmanın bütün Türk alemini bir araya getirebileceği ve Büyük Britanya'nın dünya egemenliğine son verebileceği endişesiyle savaş sırasında başaramadığı kışkırtmayı 1925'lerde ve sonrasında yaparak Kürtler'in bir kısmını ayaklandırdı. İsyanlar bastırıldı ve elebaşıları idam edildi.
• Bu arada Atatürk'ün tam bağımsızlık politikaları çoktan terk edilmişti. 2. Dünya Savaşı'ndaki yanlış politikalar Türkiye ile Rusya'nın arasını açmış, Stalin'in toprak talepleri ile karşılaşılmıştı... Türkiye, savunmasını NATO sistemine bağlamak zorunda kaldı. NATO sürecinde ülkenin kendi teknolojsini geliştirme yerine, askeri yardımlarla savunma ihtiyaçlarını karşılama yoluna gidildi. Amerikan subaylarının girmediği askeri birlik kalmadı. ABD, "yardım yap ve denetle" politikası uyguluyordu.
• Amerikan barış gönüllülerinin hristiyanlık propagandaları tutmadı ama ektikleri ayrılıkçılık tohumları 70'li yıllarda filiz vermeye başladı. Türkiye'nin dışarıdan zor yoluyla çözülemeyeceği anlaşılmıştı. 1970'li yıllarda ülkenin en dinamik gücü olan gençlerin birbirine kırdırılması süreci başladı. Bu dönemin de atlatılması sonrasında Sevr'in öngördüğü ancak Lozan'da reddedilen ekonomik yaptırımlar gündeme girdi. Dünya Ticaret Örgütü'nün yönlendirmesi ile IMF ve Dünya Bankası politikaları uygulanmaya başlandı.
• Ayrılıkçılık da yeniden hortlatılmıştı. Türkiye'yi PKK ile meşgul eden emperyalist güçler, Barzani ve Talabani'ye mesafe aldırdı. Kuzey Irak'ta kurulan devletçiğin sonradan GAP bölgesini de yutması esas alınmıştı. GAP bölgesindeki arazi tahsisatları gizli tutuluyordu... Karadeniz ve Ege'de sözde arkeologlar, sözde araştırmacılar, sözde çevreciler geziniyor ve Türkler'e Roma döneminden ata arıyordu... Kimi işadamları bu organizasyonları destekliyor, hatta Boğazlar'ın uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesini isteyebiliyordu.
• Yüzde 85'lik reklam gelirini yabancı sermayeden alan medya, Türk kültürünü, Türk ahlakını boğmaya yönlendirilmişti... Bütün bunlar yetmezmiş gibi, İngilizler'in Osmanlı'nın son döneminde ve cumhuriyet kurulduktan sonra yaptığı gibi tarikatlar yeniden ele alınmıştı. İngilizler'in Avrasya merkezi için öngördüğü "ılımlı bir halife şemsiyesinde dörtlü konfederasyon" modelini bu defa ABD yine tarikatlar vasıtasıyla uygulamaya çalışıyor, bu iş için de bütün Türk Dünyası'nda mankurtlar eliyle örgütlenmeye gidiyordu... Wilson prensipleri yeniden BM sözleşmeleri adı altında Türkiye'ye dayatılıyordu...
7'den 70'e bütün millet bilgilendirilmeli
Zafer Haftası'nda 26 Ağustos 1071 Malazgirt ve 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan muharebelerinin coşkusunu yaşıyoruz. İki savaşın da temel politikası ezelden Türk vatanı olan Anadolu'yu yeniden Türkleştirmekti. Alparslan, Anadolu'nun kapılarını asli sahiplerine açmış, Atatürk de düşmandan temizlediği yurdun sahiplerine ulus bilinci vermiş ve mübadele ile Türkleştirme politikasını tamamlamaya çalışmıştı
Ancak, Alparslan ve Atatürk'ün bilinçli olarak uyguladığı Anadolu'yu Türkleştirme politikası bu defa içerden de darbeler yiyordu. Emperyalizm silah zoruyla yapamadığını mankurtlaştırdığı Türkler'e veya bir kısım vatandaşlara yaptırmaya çabalıyordu. Milletin bütün direnç noktaları, Anayasa değişiklikleri ile ortadan kaldırılmak isteniyordu.
Zafer haftalarında elbette çocuklarımız, gençlerimiz şiirler okuyacak, elbette coşkulu törenler yapılacaktır. Asıl yapmamız gereken ise bu zaferlerin Türk varlığının korunması ve yükselmesindeki önemini, Alparslan ve Atatürk'ün Anadolu stratejsini, Anadolu'yu merkez kabul ederek Türk Dünyası ile köprüler kurma bilinçlerini yeni nesillere anlatabilmektir. Bununla da yetinmemeli, Türk varlığına yönelik bütün iç ve dış tehditler konusunda 7'den 70'e bütün millet bilgilendirilmeli, bu konularda kamuoyu oluşturulmalıdır. Millet doğru bilgilendirilirse bütün tehditler süratle ortadan kaldırılır ve Türk'ün birbiriyle didişmeyi bırakması, zamanı verimli kullanması ve hızla gelişmesi sağlanır.
TÜRK SAVAŞ TAKTİĞİ
Osmanlı Türklerinin, yükseliş çağlarında, XV. ve XVI. asırlarda kazandıkları savaşın gerçekçi bir açıklaması yapılmamıştır. Türk ordusunun, çok defa kendinden kalabalık bağlaşık Avrupa ordularını yendiğini yazan tarihler, bu zaferleri, Türk askerlerinin kahramanlığı ötesinde bir açıklamaya bağlamak lüzumu duymamışlardır.
Osmanlı’nın yükseliş çağlarında bir savaşın önce siyasi hazırlığı yapılırdı. Savaşılacak devlet ve çok defa devletlerin jeopolitik durumları göz önüne alınır, bağlaşıklarından ayrılmaya çalışırlar, büyük bir diplomatik gayret sarfedilirdi.
Savaşılacak devletlerin hesabı iyice yapıldıktan sonra, Türk ordusunu savaşa hazırlama çalışmaları başlardı. Türk ordusu, daima savaşa hazır, meslekleri askerlik olan bir kitleden müteşekkil bir kuruluştu. Ancak orduyu, toplamak ve savaş alanına götürmek meseleleri önemli idi. Ne kadar kuvvetin ne zaman ve nerede yığınak yapacağına ve hangi yollardan geçeceği kararlaştırılırdı. Bu yolların hangi konaklarla ne miktar yiyecek, yem ve cephane bulundurmak icap edeceği hesaplanır, oraların sancak ve alay beylerine, kadı ve naiplerine emirler gönderilirdi.