Psikolojinin yaklaşım
19. yüzyılın sonunda Sigmund Freud öncülüğü ile bir grup doktor, akıl ve ruh hastalıklarını psikolojik açıdan incelemeye çalışmışlardır. Zira bu hastalıklardan bir çoğunun fiziksel veya organik kaynakları bulunamıyordu. Hastalıkların kaynaklarının bulunmasında önce hipnoza başvurulmuştur; daha sonraları da psikanaliz yöntemi geliştirilmiştir.
Freud, akıl hastalıklarının psikolojik nedenlerini incelerken "Bilinçaltı" nı keşfetmiştir. Freud ve arkadaşları psikoz ve nevrozların çoğunun, kişinin çocukluktan itibaren tatmin edilmemiş olan arzu ve ihtiyaçlarının baskı altına alınmasından, bilinç dışına itilmesinden meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Kliniklerde yaptıkları deneylerde bunu kanıtlamaya çalışmışlardır.
Freud'a göre içsel yaşantılar bilinçlilik bakımından birbirinden farklı üç düzeyde bulunurlar. Bunlardan tam bilinç düzeyinde kişi, anılar, düşünceler, duygular gibi içsel yaşantıların farkındadır. Bilinç tam olarak aydınlıktır. İkinci düzey bilinç öncesidir, burası bilince yakın olan anıların, arzuların bir deposu gibidir. Kişi bunların farkında değildir, ama istediği anda bilinç alanına çıkabilir. Üçüncü düzey ise bilinçaltıdır. Burada kişinin istediği zaman bilinç alanına çıkaramadığı varlıklarından bile haberdar olmadığı duyguları, düşünceleri, anıları, dürtüleri bulunur.
Bilinçaltında bulunan bu düşünceler yok olmazlar. Kişiyi rahatsız eder, davranışlarını şu ya da bu şekilde etkilerler. Bilinçaltı düşünceleri rüya ve hayallerde ortaya çıkar.
Freud'a göre anormal davranışlar, aslında insanların ruhsal çatışmalarından kurtulabilmek için başvurdukları çabalardır. Bu nedenle bu davranışlar asla anlaşılmayacak olan davranışlar değildir. Normal davranışlarla aralarında yalnızca bir derece fark vardır. Freud, ayrıca kişilik konusunda da yeni bir görüş getirmiştir. İnsanın id-ego-süper ego denilen üç yanını ve bunların etkileşimini incelemiştir.
Özet olarak psikanalitik psikologlar (Freud, Adler ve Jung) akıl hastalıklarını ve bilinçaltını klinik yöntemlere ve gözleme başvurarak incelemişlerdir. Psikolojinin bulgularını hekimlik alanında kullanmışlardır.
İnşacı yaklaşım ya da inşacılık (constructionism), bireylerin kendilerinden önce mevcut bir dünyaya uymaktan ziyade, bu dünyanın oluşumuna sürekli ve aktif bir biçimde katkıda bulunduklarını savunan bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın temel sayıltısı şudur: İster sokaktaki insanın isterse laboratuvardaki uzmanın olsun, teorilerimiz şeylerin veya 'doğa'nın bir yansıması değil, bu şeyler veya doğa hakkındaki bir kurgumuzun ürünüdür. Bazıları bu inşa sürecinin dil, öznelerarasılık (entersübjektivite) veya müzakereyle değişim (exchange) tarafından yönlendirildiğini, diğer bazıları ise şeylerle veya doğayla olan sosyal ilişkiler tarafından yönlendirildiğini savunmaktadırlar.
"İnşacılık nedir?" sorusuna, alışılmış tarzda bir tanım vermeyi doğru bulmayan Potter'a (1996) göre, inşacılık, nötr ve nesnel olarak tanımlanabilecek ve betimlenebilecek basit bir şey gibi ele alınamaz ve gerçekçi (realist) bir tanımı verilemez; inşacılık bu tür tanımları kesinlikle reddeder. 'İnşacı' bir 'inşacılık' tanımı, inşacı-lığı betimlenebilir bir şey olarak görmez.
Ancak Shotter ve Gergen'in (1994) inşacılığın "kişisel kimliklerin sosyal inşası; anlamı sosyal olarak üretmede iktidarın rolü; bilimleri kurmada retorik ve anlatı; günlük etkinliklerin merkezîliği; sosyal olarak oluşturulan etkinlikler olarak hatırlama ve unutma; metot ve kuramsallaştırmada refleksivite gibi bir dizi yeni konuya" odaklaştığı şeklindeki saptamalarını ve Gergen'in (1994) sosyal inşacı bir bilim için tanımladığı beş temel varsayımı zikreder:
• Dünyayı ve kendimizi anlattığımız ifadeler, ifadelerin nesneleri/konuları tarafından dikte edilmezler.
• Dünyayı ve kendimizi anlamamızı sağlayan terimler ve formlar insan eliyle yapılmış sosyal kurgulardır (social artifaci), insanlar arasında kültürel ve tarihsel olarak konumlanmış takasların ürünleridir.
• Dünyanın veya benliğin ifadesinin zaman içinde güçlenmesi, ifadenin nesnel geçerliliğine dayanmaz; fakat sosyal süreçteki değişikliklere dayanır.
• Dilin önemi, insani ilişki örüntülerindeki işlevlerinden kaynaklanır.
• Mevcut söylem formlarını keşfetmek, kültürel yaşam örüntülerini değerlendirmektir; bu tür değerlendirmeler diğer kültürel alanları seslendirir.
İnşacılık kavramı, tutarlı bir akımdan ziyade, birbirinden oldukça farklı çeşitli düşünce akımlarını ifade etmektedir. Örneğin, Bateson'un Palo Alto Ekolü; zekâyı, bireyin bilişsel potansiyelleri ile çevresi üstündeki eylemleri arasında bir etkileşim sayesinde yavaş yavaş ilerleyen bir inşa olarak gören Piaget kuramı (constructivisme); sosyal gerçekliği, sürekli bir inşa olarak gören, örneğin giyinme, beslenme, konuşma tarzlarının sürekli yeniden gözden geçirilen, müzakere edilen sosyal normların ve içselleştirilmiş bir öğrenmenin ürünü olduklarını öne süren sosyolojik görüşler. Tanınmış sosyologlardan Norbert Elias, Pierre Bourdieu, Thomas Luckmann ve Peter Berger, bu yaklaşıma dahil edilebilirler.
Potter (1996), inşacı yaklaşımların genellikle çeşitli disiplinlerin marjinal bölgelerinde gelişmiş olduklarını (örneğin, psikolojinin sosyolojiyle karıştığı, edebiyatın politik bilimlerin sınırına geldiği, feminizm ve retoriğin kesiştiği yerler, vb.) belirtir ve inşacı perspektifte, bir düzine kadar yaklaşım sıralar:
Konuşma Analizi (Atkinson & Heritage, 1984), Söylem Analizi (Potter & Wetherell, 1987), Etnometodoloji (Button, 1991), Ethogenics (Harre, 1992), Feminist Çalışmalar (Radke & Stam, 1994), Sosyo-Kültürel Psikoloji (Wertsch, 1991), Post-Yapısalcılık (Culler, 1983; Hollway, 1989), Postmodern Politik Bilim (Der Derian & Shapiro, 1989), Retorik (Billig, 1987), Refleksi/ Etnografı (Clifford & Marcus, 1986), Bilimsel Bilginin Sosyolojisi (Latour & Woolgar, 1986), Sembolik Etkileşimcilik (Hevvitt, 1994).
Bu yaklaşımların bazıları, esas olarak psikolojinin içinde gelişmiştir, psikolojiye yöneliktir, ancak çoğu, psikolojide de taraftarları bulunmakla birlikte, psikolojinin sınırları dışındadır.
İnşacılığın sosyal bilimler alanında daha yaygın bilinen ikinci versiyonu, ereksel inşacılık (constructivism) olarak adlandırılabilir. Ereksel inşacılık, kısaca inşacılıktan farklı olarak bir amaca, bir hedefe yönelik olmayı içermektedir. Sosyal bilimler alanında İnşacılığın özellikle bu versiyonu üzerinde durulmakta ve eleştirilmektedir. Eleştiriler, sosyal yapıları ve ortamı göz ardı ederek kişi veya grupların niyetine, motivasyonuna önem vermesi ve buna dayalı açık veya örtük planlama fikri üstünde odaklaşmaktadır. Sosyal olaylarda motivasyonlar ile sonuçlar arasında nedensellik ilişkisi kurmak genellikle mümkün değildir.
Zira aktörlerin eylemleri, mevcut sosyal ortam içinde işlemekte ve bunların sonuçları, önceden kestirilememektedir. Toplum, yaşanan süreç içinde ihtiyaçlarını, isteklerini, özlemlerini ve kendine ilişkin bilinç ve anlayışını değiştirebilmektedir.
Domenach (1995) tarafından zikredilen bir örnek olayda, mafyayla mücadele başlatan İtalyan yetkilileri, Kuzey bölgesindeki zanlıları zorunlu ikamete tabi tutmuş, ancak bir süre sonra, mafya üyelerinin bu durumdan faydalanarak örgüte yeni katılımlar sağladıkları ve Örgütün gücünü artırdığı görülmüştür.
Buna benzer başka örnekler verilebilir: Weber'in rasyonelleşmenin bir ürünü gibi kavramlaştırdığı bürokrasinin, gerçekte bunun aksine büyük bir irrasyonellik geliştirmesi; Le Bon'un betimlediği gibi, kalabalık içinde bireysel düşünce ve eylemlerin erimesi; Girard'ın işaret ettiği gibi, pek çok sosyal olguda (moda, medya, organizasyon sistemleri, vb.) bireysel motivasyonların değil, birbirine taklit (mimesis) ağıyla bağlı, sosyalleşmiş ve sosyalleştirici aktörlerin rol oynaması, vb.
Yapısalcılık (stmcturalism) psikolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışına eşlik eden ve doğa bilimlerinden esinlenen bir yaklaşımdır; ilk psikoloji laboratuvarını kuran Wundt, tıpkı doğa bilimlerinin dünyayı temel öğelerine ayırması gibi (örneğin suyun oksijen ve hidrojene ayrıştırılması), insan bilincini, duyum, bellek ve duygular gibi temel yapısal öğelerine ayrıştırarak incelemeye çalışmıştır. Literatürde yapısalcılık terimi, Wundt'un öğrencisi Titchner'e atfedilmektedir.
Yapısalcılar, insan davranışlarını açıklamaktan çok, betimlemeyi amaçlamışlardır. Bunun için büyük Ölçüde içebakış yöntemini kullanmışlar ve kişilerin kendilerini gözleyerek, sesler, renkler gibi çeşitli uyaranlara karşı tepkilerini betimlemelerini istemişlerdir.
Bu yöntem, esas olarak gerçeklik ile insan deneyimini ilişkilendirme çabasıdır ve yapısalcıların, kişilik gibi karmaşık olgular yerine, duyumsal ve algısal süreçlerle ilgilenmelerinin de bir nedeni olarak görülmüştür. Ayrıca aynı algısal deneylerde, laboratuvardaki kişilerin farklı tepkiler (sözel betimlemeler) göstermeleri, büyük sorun yaratmış ve bu durum, bir bakıma fizikteki Heisenberg'in belirsizlik ilkesinin psikolojideki karşılığı olarak değerlendirilmiştir.
Yapısalcılık günlük yaşamda karşılaşılan sorunlara herhangi bir çözüm getirmemesi bakımından eleştirilmiştir.