TARİH BOYUNCA TÜRK TOPLUMUNDA KADININ YERİ
Öğr.Gör. Ayşin ŞİŞMAN
Milletlerin uygarlığının toplumda kadına verilen değerle ölçülebileceği tartışılmayacak bir gerçektir. Bu olgunun yeterince anlaşılamadığı ya da değerlendirilemediği dönemlerde, toplumlar gelişememiş ve ilerleyememişlerdir. Kadın, aile ve toplum arasında bir köprü görevini görür. Sosyal sistemin ilerleyişine katkısı büyüktür. Bu nedenle sadece çocuğun topluma hazırlanmasında değil, ailede sağlıklı bir iletişim ortamının kurulmasında da etkilidir. Atatürk’ün ifadesiyle; “kadın erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmak mecburiyetindedir”. Sosyal değişme sürecinde Türk kadınının durumunu belirleyebilmek için bazı toplumsal özellikleri açıklamak gerekir. Bu suretle Türk kadının kültürel kimliğinin ortaya çıkarılması da mümkün olabilir.
Türk kadının sosyal ve siyasal boyutunu ele almak için öncelikle tarih içerisindeki durumunu ve gelişim seyrini incelemek gerekir. Türklerin Orta Asya’daki varlığından itibaren İslam dininin kabul edildiği 8. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde, Türk kadını toplumsal konum bakımından büyük ölçüde erkekle eşitti. Hun hakimiyetinin sürdüğü devirlerde devletin başı hakan, eşi hatun ile birlikte devleti temsil ederlerdi. Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun Kitabelerinde Türk kadınından saygı ile bahsedilir. Devlet ve milletle ilgili önemli kararların alındığı kurultaylara hatunlar da katılır ve etkili olurdu. Kadın erkekler gibi çok iyi ata biner ve kılıç kullanırdı. Yine bu dönemde evli kadın kutsal sayılır, ona hakaret edenler şiddetle cezalandırılırdı. Bilinen gelenek ve görenekler her yönüyle erkeklere denk olduklarını ispatlamaktadır.
8. yüzyılın başlarında önceleri tek tek, daha sonra ise topluca İslam dinini kabul eden Türklerde, zamanla Arap ve İran kültürünün etkileri kendini göstermiştir. Bilindiği gibi İslamiyet Arap Yarımadasında doğmuştur. Dolayısıyla Arap kültürünün gelenek ve göreneklerinden etkilenmiştir. Cahiliye devri Arap toplumunda kadın eşya değerinde bir varlıktır. Bir erkek istediği sayıda kadınla evlenebilir, isterse onları öldürebilir, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömerdi. Buna karşılık İslam dini evlilik kurumunu uygulamaya koymuş, eş sayısına bir sınır getirmiş ve boşanma durumunda erkeği kadına nafaka ödemekle sorumlu tutmuştur. Ancak dini kurallar doğru bir biçimde yorumlanmamış ve bu yorumlar İslamiyetin ruhuna ve amacına uygun bir şekilde yapılmamıştır. Bu nedenle de kadın ikinci sınıf insan olarak addedilmiş, çarşafa sokulup eve kapatılarak sosyal hayattan men edilmiştir. Bu durum islam topluluklarına büyük zarar vermiştir.
Üzerinde Arap ve İran geleneklerinin etkisinde bulunan islam kültürü, daha sonraları Türk geleneklerine de entegre olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında, saygın bir yere sahip olan Türk kadını, bu statüsünü devletin yükselişiyle birlikte kaybetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin gerilemesi dış etkilerin daha yoğun biçimde hissedilmesine yol açmış ve ileriki yıllarda eski Türk gelenekleri giderek zayıflamıştır. Arap ve Bizans kültüründen gelen harem yaşamının saraya girmesi, sarayın 15. yüzyılda padişahın emriyle haremlik ve selamlık olarak bölünmesine neden olmuştur. Bu sistem kısa sürede ev içi hayatına da yansımıştır. Buna rağmen, Anadolu’nun kırsal kesiminde Türk kültürüne uygun yaşama biçimi hala devam etmiştir. Nitekim köy hayatı yaşayan ailelerde kadın erkekten daha fazla tarlada çalışmakta ve üretime katkıda bulunmaktadır.
Tanzimatın ilanı ile birlikte, Osmanlı Devleti üzerinde Batılı devletlerin etkisi arttı. Bu dönemde sosyal ve siyasi hayatta yenileşme hareketleri hızlandı. Hazırlanılan kanunlar ve düzenlemeler Osmanlı toplumunun batılılaştırılması amacıyla yapılmıştır. Osmanlı aydınları arasında kadın ve kadın hakları meselesi tartışılmaya başlandı. Öncelikle kadınların eğitimi giderek artan bir önem kazanmış ve sağlıklı bir gençliğin ve milletin, sadece iyi eğitilmiş annelerin yardımı ve rehberliğiyle yetiştirilebileceği hususunun bilincine varılmıştı. 1850’lerden itibaren kızlar için ilkokullar ve ortaokullar açıldı; bunları kız sanat ve öğretmen
okulları izledi. Meşrutiyet dönemlerinde ise aile hukukunda olumlu yönde değişikler başlatılmıştır. Bu dönemde kadınlar için gazeteler ve dergiler yayınlanmaya hatta bu gazetelerde kadınlar da yazmaya başlamıştır. İlk kadın yazarımız Fatma Aliye’dir. Bazı Türk yazar ve düşünürleri örneğin; Şinasi, Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Hüseyin Rahmi gibi yazarlar kadın ve erkek arasında eşitliği savunmakta ve çok eşliliğe karşı gelmekteydiler. Yine ünlü bir kadın yazar olan Halide Edip, aynı zamanda siyasal bir liderdi ve Milli Mücadeleye aktif olarak katılan “İlk Kadın Onbaşı ” lakabını almıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda ülkenin İtilaf Devletleri ve onların desteklediği Yunanlılar ve Ermenilerin işgali, işgal altındaki yerlerde halka yapılan soykırım ve zulüm Türk Halkını galeyana getirmiş, başlatılan Milli Mücadele’de kadınlar çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu faaliyetler daha çok “Mitingler düzenlemek, toplantılar yapmak, yardım toplamak, silahlı birlikler oluşturmak, cephane imalathanelerimizde çalışmak, kağnı kollarında görev yapmak” şeklinde görülmüştür. Hatta Uşak bölgesinde de İbrahim Tahtakılıç’dan edinilen bilgilere göre cephe gerisinde ordunun ihtiyacının temini için evlerde kadınlar bulgur yarılmasından, çorap örülmesine kadar değişik konularda mücadeleye destek vermiştir. Ankara Ulus Meydanı’nda omuzunda mermi taşıyan Türk kadını heykeli gelecek nesillere Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetini, neler yapabileceğini kanıtlayan bir simgedir.
Halide Edip anılarında, Milli Mücadele yıllarında halkı bilinçlendirmek, vatan meselelerini anlatmak için yaptığı toplantılardan birinde karşılaştığı bir olayı şöyle anlatır: “Salonda İstanbul ve Ankara kadınları ile birlikte köylü kadınlar da vardı. Onlara Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu açıkça anlattım. Konuşma bitince yanıma yaklaşan bir köylü kadını: Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darülmalumatta bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara çamaşırcı kadınım. Ona tahsil verebilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak, senin konuştuğun gibi konuşacak. Benim oğlum Çanakkale’de öldü. Ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum, çünkü kızıma tahsil veremem. Sonra koynundan çıkardığı parayı Hilal-i Ahmer’in yaralarına diye uzattı. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. O ana kadar Türkiye’nin geleceğine bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle bir unsur mevcut oldukça memleketimiz için her türlü cefa ve fedakarlık azdır bile..” Adı bilinmeyen yüzlerce kahraman dışında on yıl kadar şehir merkezimizin göbeğinde heykeli bulunmuş olan Kara Fatma’dan da bahsetmeden geçemeyeceğim. İstiklal Harbi başlangıcından, Anadolu’nun düşmandan temizlenmesine kadar Erzurum’dan Afyon’a, savaşların çoğuna katılmış olan Kara Fatma 4 defa yaralanmış, Afyon yakınlarında Yunanlıların elinde on dokuz gün esir kalmıştır. Kara Fatma hizmetleri karşılığında önce çavuşluk, daha sonra teğmenlik ve en Üsteğmenlik rütbesine layık bulunmuştur. Daha sonrada üsteğmenlik maaşını Kızılay’a devretmiştir. 1944 yılında yayınlanan hatıratında “maaşını Kızılay’a devretmekle son vatani vazifesini” de yaptığını belirtmektedir.
Türk İstiklal Savaşına katılan kadınlar için Atatürk, 1923’de Konya’da yapmış olduğu konuşmasında; “Onlar kendi fedakarlıkları ile ilahileşmiş Anadolu kadınları ellerinde süt çocuklarıyla bu büyük mücadelede bize yardım etmişlerdir, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını söylemek mümkün değildir ve dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek gösterdim diyemez”. Sözleriyle cesaret ve hizmetlerini takdir etmektedir.
1923 yılında Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk, Türkiye’yi modernleştirmek ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak amacıyla bir dizi reform hareketine girişmiştir. Atatürk’e göre, önceden de milletimiz yenileşmeye teşebbüs etmiştir. Fakat bir fayda görülmemiştir. Bunun nedeni ise temelinden başlanmamış olmasıdır. Cumhuriyet döneminde ise toplum bütün yönleriyle ele alınmıştır. Kadın haklarının tanınması ise, en önemli inkılaplardan biriydi. Atatürkçülük’te, kadın haklarına dönük olarak dikkati çeken en belirgin özellik, kadın-erkek ayrımını ortadan kaldırarak hepsini “insan” kelimesi içine almış olmasıdır. Diğer tüm inkılapların başarısı, büyük ölçüde bunun başarısına bağlıydı. Böylece, Türk kadınlarının
toplumdaki yeri tümden ve kökten bir değişikliğe uğramış oldu. Özellikle eğitim ve hukuk alanında yürürlüğe giren yasalar, kadın hak ve sorumluluğunun belirlenmesine öncülük etmiştir. Yapılan yasal düzenlemeleri ve Atatürk’ün gerçekleştirdiği temel reformları şöyle sıralayabiliriz:
3 Mart 1924 yılındaki 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) kanunu ile eğitim merkezileştirilmiştir. İlkokul kız erkek ayrım yapılmadan herkese zorunlu hale getirilmiştir. Bu sayede kız çocuklarına ilkokul ile birlikte lise ve yükseköğrenim fırsatı verilir. Öğretimde müspet bilimler esas alınır. Eğitimde cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit olarak Türk kadının çağdaşlaşması yolunda önemli adımların önü açılacaktır. Kadın nüfusunun okur yazarlık durumuna bakıldığında, 1935 yılındaki ilk nüfus sayımında kadınların %90’nın okuma-yazma bilmediği görülmüştür. Bu oran 1990’lı yıllarda ise %22 orana düşmüştür. Bu rakamlar gidişin iyi olduğunu göstermesine rağmen 21.yüzyıla girilirken halen okuma-yazma bilmeyen insanın bulunması, karamsar düşünceye sevk etmektedir. Bu oranların Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında da farklılıklar göstereceği dikkatten kaçmalıdır.
Türk kadını nasıl ki eğitim alanında gelişmesini Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan reformlarla sağladı ise, hukuk açısından da 17 Şubat 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile yasal haklarını elde etmiştir. İsviçre Medeni Kanunu’ndan uyarlanan Türk Medeni Kanunu, kadının insanca ve uygarca yaşamasına yönelik eşitlik kurallarını içermektedir. Bu kanun erkeğin çok kadınla evliliğini yasaklamaktadır. Erken yaştaki evlilikleri de yasal düzenlemeye almıştır. Evlilik müessesesinin oluşturulmasında birtakım kurallar getirilmiştir. 1926 Türk Medeni Kanunu’nun bazı maddeleri zaman içerisinde günümüz koşullarına uygun olarak değişikliklere uğramıştır. 1991 yılı göstergeleri Türk kadınının Medeni durumunu yasaların gerektirdiği ölçüde kullandığını belgelemektedir. Örneğin, evli kadınların %98.4’ü tek eşlidir. Türkiye’de evlilikler modern çağa uygun olarak gerçekleştirilmektedir. Evli kadınların %80.4’ü hem resmi hem de dini nikahlıdır.
Türk kadının evlilik yaş ortalamasının da zaman itibariyle yükseldiğini görüyoruz. 1990’larda evlilik yaş ortalaması 18.2’ye yükselmiştir. Bu yaş sınırının yükselmesi kadın nüfusunun bilinçlenmesi ile doğru orantılıdır. Bu bilinçlenme sonucu akraba evliliği yapmayan kadın nüfus oranı da %78.9’lara çıkmaktadır.
Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesi de yine Atatürk reformlarının bir sonucudur. Üç aşamada sağlanan bu haklar ile Türk kadını siyaset sahnesinde kendine yer bulabilmiştir. Bundan önce de 1923’de yazar Nezihe Muhittin’in başkanlığını yaptığı “Kadınlar Halk Fırkası” adında ilk kadın partisi kurularak ilk siyasi oluşum meydana getirilmiştir. Fırka esas amaç olarak; siyasi bir görünümde olmakla birlikte kadınların eğitim ve sosyal alanlarda ki eksikliklerinin ortadan kaldırılması için çalışmıştır. Türk Kadınına 1930’da belediye seçimlerine, 1933’te muhtarlık ve ihtiyar heyetine, 1934’te de milletvekilliğine seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Bütün bu sosyal ve siyasal haklarını Türk kadını günümüze kadar layıkiyle kullanabilmiş midir? Bu soruya olumlu cevap vermek zordur. Örneğin milletvekilliğine seçme ve seçilme hakkını kazanan kadın 1935 yılındaki ilk seçimlerde meclise 18 kadın parlamenter sokabilmiştir. Bugüne kadar yapılan seçimlerde hiçbir dönemde bu sayıya ulaşılamamıştır. Bu durum Türk kadınının çağdaş uygarlık seviyesi içerisindeki yerine yavaş adımlarla ilerlediğinin açık bir göstergesidir. Kadının siyaset sahnesinde az temsil edilmesinin temelde üç nedeni vardır; Bunlardan ilki, Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısı itibariyle egemen gücün erkeğin elinde olmasıdır. Diğer sebep ise, kadın eğitiminin yetersiz olmasıdır. Son olarak da, toplumsal şiddet olaylarının kadın kesimine daha fazla etki etmesini söyleyebiliriz.
Atatürk’ün 1923’lerden itibaren üzerinde titizlikle durduğu ve uygulamaya koyduğu kadın hakları için dünya ancak 1975 yılında birlik olarak çaba sarf etmek gereğini duyacaktır. Bu yılı “Kadın Yılı” olarak ilan edecektir. Bunun yanısıra, Türk kadını çoğu batı ülkesinden de daha önce siyasal haklarını elde etmiştir. Almanya kadın hakları konusunda çalışmaları
1848’de başlatmış ve ancak 1918’de seçme hakkını sağlamıştı. Fransa’da ilk kadın bakan 1936’da atanmıştır. İtalya’da mecliste kadınlar ilk kez 1948 yılında temsil edilmişti. Japonya’da kadınlar bu hakkı 1950’de, İsviçre’de ise ancak 1971’de elde ettiler.
Atatürk tarafından gerçekleştirilen bir diğer önemli devrim de giyim konusundaydı. 1925 yılında kadınların kıyafetleri konusunda şöyle demekteydi; “Kadınlarımızın yüzlerini dünyaya göstermelerine izin verelim ve dünyayı daha yakından görüp tanıyabilmeleri için, gözlerini açmalarını sağlayalım! Bunda korkulacak bir şey yoktur. Bu önüne geçilemeyecek bir gelişmedir. Bu yolda atılacak olumlu adımlar, milletimiz için daha başarılı sonuçlar almamızı sağlayacaktır”.
Daha önceleri yalnızca Müslüman olmayan kadınlar sahneye çıkabilirken, ilk kez Müslüman kadınlar tiyatro sahnelerinde gözükmeye başladı. Atatürk’ün desteği ile manevi kızlarından Sabiha Gökçen hanım dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak Dersim harekatına katılmıştır. 1932’de ilk güzellik yarışması yapıldı ve birinci seçilen Keriman Halis 1933 yılında Dünya Güzeli seçilmiştir. Daha dün peçe altından dünyaya bakabilen Türk kadının çeşitli uluslararası bilimsel, sosyal ve kültürel yarışmalara katılması ve ilk sıraları almasının arkasında da şüphesiz Atatürk bulunmaktadır. 1935 yılında İstanbul’da kadın hakları konusunda ilk Uluslararası Kongre onun girişimiyle toplanmıştır.
Cumhuriyet döneminden sonra Türk kadını eş seçme, meslek seçme gibi aile içi kararlarda da önemli bir rol elde etmiştir. Türk ailesinin tipik bir özelliği olarak kadının yeri ve rolü, erkeğe göre bir eşitlik şeklinde gelişmemiştir. Gelenek ve göreneklerimizden kaynaklanan kadına saygı kadar, aile reisi olan erkeğe bağlılık ve dayanışma da yerinde kalmıştır.
1926 yılından bu yana yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu kadın erkek eşitliğini teorik olarak sağlamıştır. Uygulamaya baktığımızda ise, özellikle kırsal kesimde ve eğitimden nasibini alamamış kadınlar üzerindeki bazı eşitsizlikler halen mevcuttur. Yapılan reformlardan genellikle eğitim görmüş, bilinçli şehir kadınları faydalanmışlardır. Fakat şehir kadınları da görünüşte eşit gibidirler. Örneğin; yakın zamana kadar kadının çalışması erkeğin iznine bağlı olarak gerçekleşirdi. Bu ve buna benzer bazı maddeler son zamanlarda günün koşullarına uygun olarak değiştirilmiştir. Çalışma hayatına atılan kadından beklenen, geleneksel rollerini aksatmadan sorumluluklarını yerine getirmesidir.
Kadının gelişiminde daha önce de söz edildiği gibi erkeğin tutum ve tavırları da etkin olmaktadır. Erkeğin eğitim düzeyinin düşük olması kadının aile içi ve toplumdaki rolünün ve statüsünün önemini yeterince kavrayamaması, kadının günümüz toplumunda layık olduğu yeri almasında bir başka engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün Türk kadını uluslararası platformlardaki anlaşma ve sözleşmelerle de güvencededir. Yetmiş yedi yıllık genç Cumhuriyetimizde, Türk kadını her alanda kendini göstermektedir. Çalışma yaşamının hemen her alanında Türk Kadını vardır.
Atatürk’ün manevi kızlarından Prof. Dr. Afet İnan’a göre, çağdaşlaşmada Türk kadınına iki türlü görev düşmektedir. Biri, kendi haklarını ödev karşılığı kullanmak, diğeri ise bunları bilmeyenlere geniş halk kitlelerine anlatmak. Bu minval üzere sonuç olarak; Türkiye’de öncelikli olarak kadınların okur-yazarlık oranının artırılması, her kadının ekonomik olarak özgürlüğünün sağlanması, sosyal ve siyasi alanda aktif hayatın içine çekilmesi gibi faaliyetler Türk kadınını layık olduğu yere getirecektir.