Metin AYAZ
10211005
TK 101.012
CENNETTEN BİR PARÇA
Bir pazar günü, güneşli bir havada öğlen saat dört gibi Mecidiyeköy’den yola çıktım. Yüz yirmi dokuz numaralı otobüsle köprünün öbür yarafındaki durağa kadar gittim. Yolun geri kalanını yürüyerek gittim ve boğaza doğru yürürken karşıma çıkan manzaradan çok etkilendim. Bir tarafta köprü, bir tarafta yemyeşil bir semt ve karşımda tüm büyüleyiciliğiyle boğaz. Önce Beylerbeyi Sarayı’nı gezmek istiyordum ancak akşam beşten sonra kapandığını öğrendim ve başka bir gün gelmek üzere Beylerbeyi’nin merkezine doğru yöneldim. Boğaz kenarında bir karakol vardı. Oradakilere beylerbeyi iskelesini sordum; az ilerde olduğunu söylediler. Biraz yürüdükten sonra karşıma küçük ama şirin bir iskele çıktı. Eski olduğu belliydi, biraz da bakımsız kalmıştı. Öğrendiğim kadar geçtiğimiz Haziran ayından beri kapalıymış. İçine giremedim ancak yanlardan şöyle bir baktım. Bakımsız kalmıştı, iskeleside kullanılmayacak kadar kötü görünüyordu. Şimdilerde balıkçıların mekanı olmuştu. Balıkçılar bir şekilde içeri girmişlerdi ve hallerinden memnun görünüyorlardı. İskelenin hemen yanında küçük bi marina var. İçine yirmi-yirmi beş tane küçük taka alabiliyor. Sahil boyunca bir çok restoran var ve içlerinden bazıları lükslüğüyle dikkat çekiyor. Marinanın orada balık satan birkaç balıkçı vardı. Onlardan iskele hakkında bilgi almak istedim ancak onlar da iskele hakkında fazla şey bilmediklerini söylediler. Bunun için muhtarla konuşmam gerektiğini söylediler. O’nunda saat beşten sonra yerinde olmadığını öğrendim.Oranın hemen ilerisinde Beylrbeyi Cami’si vardı. İki minaresi olan bu cami dışardan bakıldığında o muhteşem ağaçlarla, çiçeklerle dolu bahçesiyle cennetten bir parça gibi görünüyor. Avlusunun girişinde sağ tarafta çeşmeler ve karşıda caminin girişi var. Caminin kapısından girdiğiniz zaman sanki zaman içinde bir yolculuk yapıp iki yüz yıl geriye giditorsunuz. Bu insana öyle bir huzur veriyor ki anlatamam. Caminin aydınlatılması eskiden mumlarla yapılıyormuş. Ortada büyük bir ahize ve onun etrafında küçük bir kaç tane ahize var. Ayrıca duvar kenarlarında zincirlerle sarkıtılmış küçük mumluklar var. Şimdi ise onların içine ampüller monte edilmiş ama bu tarihi görüntüyü fazla bozmamış. İçerde tahmin ettiğim kadarıyla iki metre boyunda ve camiyle yaşıt iki tane kurmalı saat var. Kıble boğaza ters olduğu için namaz kılarken boğazı arkanıza alıyorsunuz. Camiden boğaza baktığınızda karşıda ve sağ tarafta çok güzel bahçeler var ancak bahçe kapıları kapalıydı. Sanırım insanlar yağmalamasın diye içeri kimseyi almıyorlar. Camiyi gezerken hava kararmıştı ve artık Çengelköye gitmem gerektiğini düşündüm. Çıkıp etrafıma baktığımda her tarafta eski yapıtların olduğunu farkettim. Her yer tarih kokuyor ama sanki oranın yerli halkı bunu pek umursamıyordu. Onları ilgilendiren şey, buraya gelip giden ziyaretçilerdi. Zaten etraftaki restoranlardan yerki halka pek fazla yer kalmamıştı.
On beş- yirmi dakilkalık bir yürüyüşten sonra Çengel köye ulaştım. Çay bahçelerini sordum; biraz ilerde sahil tarafında dediler ve sonunda Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesine ulaştım. Bahçenin ortasında kocaman bir çınar var. Sağ tarafta bahçenin kapalı kısmı ve karşıda boğaza karşı kurulmuş masalar var. Çay bahçesi çok kalabalıktı, dışarda oturacak yer yoktu. Şöyle bir gezindim, kıyıda bağlanmış balıkçı tekneleri vardı. Oranın ortaklarından Ergün beyle önceden tanışmıştım. Bana çay bahçeleri hakkında bilgi verdi. Çınarın yedi yüz seksen yıllık olduğunu söylediğinde çok şaşırdım. Osmanlı’dan daha yaşlı bir çınar. Bir kaç dalı düşmüş fakat yinede yedi yüz seksen yıl yıkılmadan günümüze kadar dayanmış. Çay bahçelerinin ne zaman kuruldğu hakkında kesin bir şey öğrenemedim. Sadece bir ara kapandıklarını ama orada çekilen dizilerle yeniden canlandığını öğrendim. Hatırlarsanız Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesi’nde, ‘Süper Baba’ dizisi çekilmişti. Ergün Bey ile vedalaştıktan sonra başka bir gün Beylerbeyi Sarayı ve Beylerbeyi İskelesi’ni görmek üzere Mecidiyeköy’e geri döndüm.
Salı günü, daha temkinli davranarak öğlen saat on iki de yola çıktım ve saat bir gibi Beylerbeyi Sarayı’na ulaştım. Saray köprünün hemen altında, giriş ücretli idi. Bileti aldıktan sonra ilerde polis kontrolünden geçerek Tünel’e ulaşıyorsunuz. Tünel yaklaşık iki yüz metre uzunluğunda ve kubbe şeklinde bir yapıya sahip. Tünel’in içinde sağda ve solda eski Osmanlı evlerinin fotoğrafları var. Tünel’in sonunda ise Osmanlı İtfaiye Teşkilatı’nın kullandığı malzemeler var. Tünel’in sonunu renkli camlarla kapatmışlar. Bir de bahçeye açılan bir kapı var ama kullanılmıyor. Geri dönüp bahçeye girdiğimde sarayın restore edildiğini anladım. Bu nedenle bahçenin bir kısmı da ziyarete kapalıydı. Saray rehber eşliğinde geziliyor. Bunun için belli zaman aralıklarında turlar yapılıyor. Tarihinin Bizans’a dayandığı söylenen saray padişahlar tarafından sadece yaz aylarında kullanılıyormuş. Bu yüzden hiçbir ısıtma tesisatı bulunmuyor. Saray yirmi dört oda ve üç salondan oluşuyor. Ayrıca Haremlik ve Selamlık diye iki kısmı var. Haremlik kısmında padişahın ailesi kalıyor. Selamlık kısmında ise ziyaretçiler ağırlanıp toplantılar yapılıyor. Her iki kısmında kendine ait girişi var. Sarayın içinde de bağlantıları mevcut. Alt katta üç büyük salondan biri olan Havuzlu Salon bulunuyor. Buranın özelliği havuzun suları açıldığında suların salonu serinletmesiymiş. Salonun büyüklüğü insanı hayrete düşürüyor. Havuz ise salonun büyük bir alanını kaplıyor. Burada Uzakdoğu, Avrupa ve Türk yapımı çiniler var. Tavanda ise gemi motifleri var. Söylendiğine göre Sultan Abdulaziz gemilerle ve denizle çok ilgilenirmiş. Alt katta Selamlık kısmında resmi ziyaretlerin kabul edildiği odalar var. Ve her oda inanılmaz lüks bir şekilde dizayn edilmiş. Dikkatimi çeken bir nokta da sarayın odalarında ve salonlarında bulunana dev boyuttaki aynalardı. Haremlik kısmında ise Sultan II. Abdulhamit’in eşleti için yapılmış iki oda, yemek salonu, çay salonu ve bir banyo var. Yatak odalarının birinde Sultan II. Abdulhamit bir süre göz hapsinde kalmış. Yemek salonundaki sandalyeler ise Sultan II. Abdulhamit tarafından dizayn edilmiş. O’nun da marangozculukla çok ilgilendiğini söylüyorlar. Salonların bir diğeri ise Sedefli Salon. Onun özelliği ise yapımında sedef kakmalı ahşapların kullanılması. Haremlik’in ikinci katında sultanın validesinin ziyaretçi kabul odası, yatak odası bulunmakta. Selamlık’ın ikinci katında ise padişahın ziyaretçi kabul odası var ve padişahın oturduğu koltuğun başında üç hilal var ki bu; imparatorluğun işaretidir. Selamlık’ın yemek ve çay salonu da üst katta salonların üçüncüsü Mavi Salon da ikinci katta. Mavi Salon’un özelliği kolonların görüntü olarak mermere benzeyen ancak mermerden daha dayanıklı bir maddeden yapılması. Salondaki kolonlarda ve eşyalarda mavinin baskınlığı olduğundan dolayı adı Mavi Salon olmuş. Sarayın dışında burda Set Bahçeler’i, Mermerli Köşk’ü ve Yalı Köşkler’i de bulunmakta, ancak hiç bitmeyen restorasyonlar dolayısıyla buraları gezemedim. Sarayı gezdikten sonra. Kendimi çok önemli biriymiş gibi hissediyordum. Çünkü muhteşem yapının büyüsüne kapılmıştım.
Saraydan çıktıktan sonra muhtarla Beylerbeyi İskelesi hakkında konuşmak için muhtarlığa gittim. Muhtar Kemal Bey yaşlıca ve şirin bir amcaydı. İskelenin yüz elli yıllık bir tarihe sahip olduğunu dile getirdi. Eskiden Rumeli ve Anadolu Kavakları’na kadar seferler yapılırmış. Geçtiğimiz haziran ayından beri, zamana yenik düşen iskele kullanılamıyormuş.
Bu geziden sonra İstanbul’a aşık olanların neden aşık olduğunu bir kez daha anladım. Sadece Beylerbeyi bile insanın büyülenmesine yetiyormuş.