Yalnız meleke ve el ustalığı isteyen işler hakkında zanaat; ancak özel ve üstün kabiliyetle, zeka ve ilimle yapılabilen güzellik eserleri için sanat kullanılır. Ancak şimdilerde sanat, zanaatı da kapsar şekilde kullanılmaktadır.
Sanatın çok sayıda tanımı var. Biz bu tanımlar üzerinde durmayacağız. Ancak sanatın güzellik ve çıkarsızlık üzerine bina edilmiş bir özel durumunun olduğu kesin. Menfaat ve fayda gütmeyen işe yararlık -iş görme endişesi taşımayan hüner ve faaliyetler sanat teriminin içine girmektedir. Bu tür işler yalnız güzellik heyecanı ve bediî (estetik) zevk veren işlerdir.
Bunun için bu tür çalışmalara "güzel sanatlar" ifadesi kullanılmıştır. Osmanlı’da "sanayi-i nefise" tabirinin bunun karşılığı kullanıldığı bilinmektedir. "Sanat için sanat" anlayışının hakim olduğu zamanlarda, sanatlardan "faydalılık" esası amaçlanmıyordu. Ancak daha sonra, "edebiyat, musikî, heykeltıraşlık, resim" gibi güzel sanatlara "faydalılık" yanı ağır basan "mimarî"de eklenip, yine "sanat toplum içindir" anlayışı da ortaya çıkınca, güzel sanatlarda anlayış değişmesi olmuştur.
Bizim "sanat tarihi"mizde, "musikî, minyatür resim, hat, edebiyat, mimarî" esas alınmıştır. Resim ve heykeltıraşlığın bizde tarihi oldukça yenidir. Yani bizim güzel sanatlarımız bize has unsurlarıyla vardır ve devam etmiştir. Dolayısıyla bize ait özellikleriyle varlık göstermiş, gelişmiş ve zirveye çıkmıştır.
Musikîde, hatta nakışta, edebiyatta ve mimarîde büyük bir gelişmeyle, dünyada yerini almıştır. Bir milletin, tarihi anlatılırken, "kültür, medeniyet, sanat tarihi" de ayrı bir başlıkla anlatılır. Dolayısıyla, o milletin medeniyet dünyasındaki yeri, kültürü ve sanatıyla belirlenir. Selçuklu’ya kadar kurulan devletlerde bu yönde fazla varlık göstermeyen güzel sanatlarda, Selçuklulardan itibaren, mükemmel eserler ortaya konmuştur.
İnsanların yararına kullanılan güzel sanatlar aynı zamanda adına uygun bir estetik anlayışıyla meydana getirilmiştir. Bir ev insanlar için sığınaktır. Bir elbise insanlar için örtünme ve korunmadır. Ancak bu ev insanlar için aynı zamanda seyir ve görme açısından bir zevktir. Onların gözünü, gönlünü de okşamalı ve onlara "güzel" dedirttirip, onları mutlu etmelidir. Bir giysinin örtücü ve koruyucu yanında estetik tarafı da olmalı, hem giyen hem bakan açısından zevk uyandırmalıdır. Gözünü, gönlünü okşamalıdır. Nitekim öyle olmuştur.
Şu anda korumaya alınan evler, camiler, köprüler, giysiler "güzellik" yanı ağır basan "eser" özelliği taşıyan binalar ve nesneler değil midir? Demek ki, biz her işimizde "insanlara yararlılık" yanında, onların gözünü gönlünü de okşayacak özellikleri de unutmuyoruz. Bu iki yanlı özelliği ile kültür ve sanat hayatımızı çok renkli ve zengin eserlerle doldurmuşuz. Osmanlı’nın son dönemi de dahil olmak üzere, her alanda büyük çalışmalara imza atan insanlar, sanatkârlar yetiştirmişiz. Birkaçını hatırlarsak bunun ne kadar doğru olduğunu görürüz. Kime sorsanız, mimarîde, şiirde, nesirde, süslemede, musikîde, çok yükseklere tırmanmış eserleri ve sahiplerini sayabilir. Çöküş döneminde bile, musikîde, şiirde büyük üstadlar yetiştiren Osmanlı medeniyeti, daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde bile etkisini sürdürmüştür.
Ancak 20. yy.ın birinci çeyreğinden itibaren bir çöküş dikkati çeker. Kökü olan, yeniye uyum sağlayarak varlığını devam ettirirken, kökler kuruyunca varlığını yitirmiştir. Dolayısıyla kültür ve sanatta büyük bir verimsizlik dikkati çeker. Artık Türkiye’de geçmişin büyük eser ve onların sahiplerinin kırıntısı tarzında bile eser yoktur. Bunun sebebi ise köksüzlüktür.
Bir çok alanda devrim yapılabilir, ama sanatta, kültürde devrim olmaz. Çünkü, sanat var olanı keşfetmek, keşfedileni geliştirmektir. Her gelen sanatkar öncekine dayanıp ona bir şey ekler veya ona dayanarak onu aşmaya çalışır. Medeniyet ve kültür gelenek demektir. Sanat da öyledir. Bir gelenek yıkılmadan eseri bitmez, bir gelenek kurulmadan da onun meyvesi alınmaz. Büyük sanatkârlar sıradağlar gibidir. Birbirine yaslanarak ayakta durur ve yükselir. Sanatta yenilik, geleneğe yeni şeyler eklemektir. Bunun için sanatta, kültürde devrim olmaz. Geleneği yıkar ve yok ederseniz yerine onun kadar güçlü bir nesne koyamayacağınız için, sosyal hayatı, kültürel hayatı felç edersiniz. Yıkmadan, yapacağınızı planlamazsanız, yıkım kolaydır ama yapımı zordur.
Biz yıkmanın planlarını uzun zaman yaptık, ama yerine ne koyacağımızı hiç düşünmedik. Sanat ve kültür ağaç gibidir. Köksüz olmaz. Ama köksüz kültür, sanat, medeniyet izlendi. O da olmadı.
Eski, eski olduğu için çirkin; yeni, yeni olduğu için güzel değildir. Güzelin, iyinin eskisi yenisi olmaz. Ancak, izlenen politika bunun tam tersi oldu. Onun için şair:
"Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Tarihe karıştı eski sevdalar
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi"
diye seslenmiştir. Yani kaybettik, paltomuzun cebinde kaybettik ve başkasının cebinde aradık yitiğimizi, kültürümüzü, sanatımızı...
Sonra, zevksizliğe sanat dedik, çirkinliğe sanat dedik. Eser denilenler de insanımıza zevksizliği aşıladı. Meydana getirilenler, ne gözümüzü ne gönlümüzü okşadı. Ne kadar faydalı olduğu da tartışmalı bu eserlerin.
Diyebiliriz ki ölçüyü kaybettik, her alanda. Zevksizliği zevk diye kabullendik. Güzeli yitirdik. Ne Leyla’mız, ne Ferhat’ımız, ne Aslı’mız, ne aşkımız, ne güzelliğimiz kaldı. Bunun en temel sebebi, köksüzlüktür. Kökünü reddeden bir anlayış, yeni kök arayışlarına girse de olamaz. Olmamıştır da...
Aşkı kaybettik, sevmeyi unuttuk. Unuttuk mu, unutturuldu mu? O da işin başka yönü. Dostoyevski, Rus insanını -çirkini güzeli, iyisi kötüsü- severek anlatıyordu. Tüm Rus insanını anlatıyordu. Kafasındakini değil, yaşayanı anlatıyordu. Çünkü onları seviyordu. Biz yaşayan insanımızı anlatmaktan korktuk, anlatanlar yargılandı. Kafamızdaki şekilleri ve görmek istediklerimizi anlattık. Onun için bir iki istisna, romanımızda Türk insanı tipi, Türk anası, Türk kadını... tipi yoktur. Roman varsa eğer!
Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, kendisine ulaşan ve ilk tanışan üniversiteli gençlere "Hiç âşık oldun mu?" diye sorarmış. "Hayır" diyenlere "git aşık ol da gel." dermiş. Önemli olan sevmektir, sevmeyi bilmektir. Sevmeyi bil ki, anneyi, babayı, eşini, arkadaşını, hayvanı, bitkiyi, vatanı, bayrağı, Allah’ı, Peygamber’i, insanı sev. Bilmezsen neyi, ne yapacaksın? Aşk olmazsa eser olmaz, sevgi olmazsa eser ortaya çıkmaz. İnsan bile "muhabbet" sonucu yaratılmadı mı?
İnsanımız unuttu. İnsanımız unutturuldu. Ne? Sevgi ve aşk. Sevdiklerimize hakaret ettiler, sevgimizi gizledik. Sevgimizi horladılar, ondan şüphe ettik. Baskı, zulüm, geçim sıkıntısı, yıldırma, yönlendirme, tek tip insan arzusu bizim gönlümüzü küstürdü. İçe kapandık, kapalı mekanların insanı olduk.
Mimar Sinan’a hangi aşk Süleymaniye’yi yaptırdı? Dede Efendi’nin, Itrî’nin bestelerinde hangi sonsuz sevginin tadı vardır? Makber anıtını diken Hamit, ne kadar seviyordu acaba? Bir Necip Fazıl’ın aşkı, bir tarafta da Orhan Veli’nin aşksızlığı.
"Sendeki güzellik beş para etmez
Bendeki bu aşk olmasa" diyen Aşık Veysel, güzellik ile aşk ilişkisini ne kadar dürüst ortaya koymuş. "Aşık olacak kız mı bulamadın? Şu kara kuru Leyla’yı sevdin." diyenlere Mecnun "Bir de benim gözümle bakın Leyla’ya" derken, eser aşk ilişkisini ne kadar net ortaya koyuyor.
Giyimde, kuşamda, konuşmada, evimizde, camimizde, yolumuzda, sokağımızda davranışlarımızda, oyunumuzda, eğlencemizde, müziğimizde.. estetiği kaybettik. Sevgiyi unutanlar ne sevilmeyi, ne sevebilmeyi yapabilirler. Zevksizlik zevk olmuşsa, güzelliğin yerini kabalık almışsa bunun bir çok sebebinin yanında iki sebebi var: Köksüzlük ve aşksızlık. (Kökü inkar, red ve sevmeyi bilememe) Çözümü de burada. Kurutulamayan, kurumayan köklerimize dayanarak ve aşkı (gerçek aşkı) yaşayarak ebediyet ifade eden kültür ve sanat eserleri oluşturabiliriz. Aşkın yeri gönül. Gönlü okşayan eserler yine gönlün ürünüdür. Ondandır "Gönüller yapmaya geldik" der şair. Çünkü Allah güzeldir, güzeli sever.