Yunus EMRE, (1238 - 1328) İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır.
Babasının adı İsmail. Çocukluğunda medrese eğitimi gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. İran ve Yunan mitolojisiyle, tasavvuf tarihini inceledi. Ahmed Yesevi'nin müritlerinden Hacı Bektaş Veli ya da Sinan Ata’nın halifesi Taptuk Emre’nin dergahında hizmet etti. Taptuk Emre’nin düşüncelerini yaymak için Anadolu’yu köy köy kasaba kasaba dolaştı. Derin bir hoşgörüye sahipti.
Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ey sevdiğim (ya Muhammed) canım arzular seni
YUNUS EMRE'NİN HAYATI
Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Felsefesinde, "şeriat, tarikat, marifet, hakikat" olmak üzere dört bilgi düzeyi belirler.
Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi.
Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur.
Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, "gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler.
Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder.
Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır.
Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir. Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur.
Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür.
Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar.
Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla "milli bir sanatçı"dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi...
Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.
Anadolu'daki İslâm tasavvufunun ikinci zirvesi olan Yunus Emre de zaman içinde ve günümüzde, gerek şiirleri gerek menkıbeleri birçok kişiye değişik yollardan ilham kaynağı olan bir velidir.
Yunus, Hakk'ı aramış, Hakk'ı bulmuş, zamana ve mekâna hâkim olmuş, Allah'ın yarattığı "cümle yaradılmışa bir göz ile" bakmış; kin, kıskançlık, kavga, zulüm gibi didişmelerin boşuna olduğunu anlamış ve sevgi ile gönül birliğini sağlamaya çalışmıştır. Bu idealler zaman ve mekân üstü olduğu için, Yunus'un çağrısı, her zaman bütün gönüllerde yankılanmıştır.
Yunus'u değerlendirirken sık sık Kur'ân ve hadislere dayanılmıştır. Çünkü Yunus'un geldiği kaynak orasıdır. Onu, dinler dışı bir şair veya o dönemde Anadolu'da yaygın din İslâm olduğu için tesadüfen islâmmış gibi gösterenler, hattâ İslâma karşı gösterenler büyük bir hata içindedirler. "Kur'ân okuyan kendi kendi Kur'ân içinde" diyen Yunus, âdeta Kur' ân'ın içinden çıkıp gelmiştir. Yunus'un şiirlerinde söylenen aslında Kur'ân'ın ta kendisidir.
Yunus Emre'nin Hayatı ve Şahsiyeti
Yunus, bir İslâm mutasavvıfı, bir velidir. Gerçi tekkesi, tarikatı, müritleri yoktur ama Hakk'tan yana, sevgiden ve hoşgörüden yanadır. "Devr-i zaman içinde" herkes onun şiirlerini söylemiş, onun tarzını taklit etmiştir; çeşitli toplantılarda onun veya onun tarzında yazılmış şiirlerin ilâhi biçimindeki besteleri okunmuştur. Yunus Emre bugün de romancılarımıza, şâirlerimize, tiyatro yazarlarımıza, bestecilerimize ilham kaynağı olan; Türk halkını inceden inceye sevgi ve hoşgörü yolunda gerçeklik kaynağına akıtan bir velidir. O, tasavvufun en üst kademelerine kadar çıkmış, Hallacı Mansur'un dediklerini hiç kimseyi incitmeden, kışkırtmadan defalarca söyemiş ve söyletmiş; Beyazıt-ı Bestâmî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna, Sadrettin Konevî düzeyinde ince ve yüksek fikirleri en azından onlar kadar açık ve net bir şekilde ifade etmiştir.
Yunus Emre, 12 ve 13. yüzyıllar Anadolu'sunun manevî mimarlarındandır. Bir yandan Haçlı seferlerinin düzenlendiği, bir yandan Moğol askerleri, İranlı vezirler elindeki Selçuklu askerî birlikleri ve çeşitli halk isyanlarının Anadolu halkı arasında kin, nefret, düşmanlık tohumları ektiği, bezginlik, bıkkınlık verdiği bir dönemde Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram, Karaca Ahmet, Ahi Evren, Âşık Paşa, Baba İlyas gibi velilerle beraber Yunus Emre de halka birer ışık olmuşlar; onları gerçeği daha "gerçek" algılayarak birbirlerine, zamana ve mekâna hoşgörülü olmaya alıştırmışlardır. Bu kişiler yüzyıllardan beri değişmeyen Anadolu insan yapısına yeni bir ruh ve şekil veren erenler olmuşlardır.
Yunus, bir İslâm velisidir ve İslâma inanmayan, İslâmı bilmeyen bir kişinin Yunus'u gerçekten anlayacağına inanmak güçtür. Ama İslâm olmayan, hattâ ateist olan kişilerin bile onun sevgi pınarında birleşmeleri, oradan kana kana içmeleri, rahatlamaları, dünyaya kinsiz, nefretsiz bakmaları dahi Yunus'un velilik gücünün "devr-i zaman içinde" ve zamanı aşan etkisine bir delildir.
O, sevgi ve hoşgörü sahibidir. O, Allah'ı ve Allah'ın yarattığı her şeyi sever. Allah'ın birliğine gerçekten inanmıştır ve hiçbir varlığı, hiçbir olayı, hiçbir inancı, hiçbir insanı Allah'ın birliği dışında tutmaz. Her şey Allah iradesiyle, Allah tarafından yürütüldüğüne, bütün varlıklar ve olaylar sadece birer vesile olduğuna göre, evrende herhangi bir şeyi sevmemek, Allah'ı sevmemek demektir. Kin tuttuğuz Allah'tır, yerdiğiniz, çekiştirdiğiniz, alay ettiğiniz Allah'tır. Evrendeki herşeyi huzur içinde karşılamak, inanmış bir müslüman olarak Allah'ın kendisini iyi şeylere vesile etmesi için dua etmek; ama kötü şeylerle karşılaşılırsa, başına kötü şeyler gelirse bunların Allah'ın takdiri olduğunu bilmek, daha sonraki sonuçlarını sabırla beklemek, bencillikten kurtularak olayları gönül gözüyle, Hak gözüyle değerlendirmek... İşte Yunus Emre'nin sevgisi, hoşgörüsü buradan gelir. Onu başka kaynaklara, başka akımlara çekmek hoşgörüyle karşılanabilir, ama doğru değildir.
Yunus Emre'nin İnsan ve Eğitim Anlayışının Temeli (Prof. Dr. Mustafa Ergün)
Yunus Emre, İslâm tasavvuf geleneği içinde yetişmiş bir kişi ve onun en yüksek mertebelerine ulaşmış bir velidir. Bu nedenle Yunus Emre'nin İslâm tasavvuf geleneği içindeki yeri ayrıntılarıyla incelenmeye başlanmadan önce, İslâm tasavvuf geleneğinin ana esasları üzerinde kısaca durmak gerekir.
İnsan, Allah'ın bu dünyadaki halifesidir (Kur'ân-ı Kerim 2/30, 31/20). Aslında zaman ve mekân içinde yaratılmış ve yaratılmakta olan her şeyin gayesi insandır. Daha önce birçok varlıklar yaratılmıştı; ancak bunlar hürriyeti ve iradesi olmayan, dolayısıyla kulluklarının anlamı bulunmayan varlıklardı. Sadece kendilerine verilen bilgi ile kendilerini verilen görevleri yapıyorlardı. Bu safhada Allah insanı yaratmaya karar vermiştir. Buna, o zaman en yüksek seviyede yaratılmış, en bilgili varlıklar olan melekler karşı çıkmıştır.
Ama Allah insanı yaratmış, onu terbiye etmiş ve meleklerle birlikte bir de imtihan yapmıştır. İmtihandan meleklerin çekilmesi üzerine de "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" diyerek (Kur'ân-ı Kerim 2/30) insanın yaratılmasında çok büyük hikmetler olduğunu belirtmiştir.
Allah'ın balçıktan yaratıp kendi ruhundan ruh verdiği (Kur'ân-ı Kerim 15/28-31) insan, eşi ile birlikte Cennet'e konmuş ve kendisine bazı sınırlar çizilerek tekrar bir imtihana tabi tutulmuştur. Ancak İblis'in kışkırtmalarıyla insanın istek ve arzuları bu sınırı geçmiş ve imtihanı kaybetmiştir. İlk imtihanda Âdem'e karşı sınanmaktan çekinen meleklerin başı İblis, bilgisi ve varlığıyla gururlanıp Allah'a karşı geldiği için tamamen lânetlenmiştir. Cennet'teki imtihanı kaybeden Âdem, ilk imtihanda İblis'in düştüğü hataya düşmemiş; hemen tövbe etmiş, sınırı aşarak kendi nefsine zulmettiğini kabul etmiştir.
Bu tövbesi için lânetlenmemiş ama hayatı sınırlanarak, bilgisi zamana ve nesillere dağıtılarak biribirine düşman gruplar halinde, İblis'le bereber dünyaya gönderilmiştir.
Bu dünyaya özel bir görevle gönderilen ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insan, aynı zamanda büyük bir emanet yüklenmiştir (Kur'ân-ı Kerim 33/72). Bütün zamanlar içinde, yâni Hz. Âdem'den Kıyâmet gününe kadar yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanlarla Allah arasında bir akit yapılmış; Allah'ın "Ben, Rabbiniz değil miyim?" ("Elestü bi Rabbiküm?") sorusuna "Evet" ("Belâ!") denmiştir (Kur'ân-ı Kerim 7/l72-173). İlk insandan son insana kadar herkes bu sözleşmenin içindedir. Her insanın doğuştan getirdiği benliğinde bu sözleşme vardır. Kıyâmet günü herkesten, kendisine verilen ilâhi emanete uygun davranıp davranmadığı sorulacaktır (Kur'ân-ı Kerim 24/65,25; 16/95; 2/27; 15/29). Her insan doğuştan, Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir.
İnsan, Allah ile yaptığı bu akti unutmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 20/115;2/ 27-28; 17/34; 32/14; 59/19). Ancak o gene de kendi aslı olan Allah katından uzak düştüğünü, araya perdeler girdiğini, hür olmasının ancak ana kaynağa dönmekle mümkün olacağını bilmekte ve aradaki ayrılığı kaldırmak istemektedir.
Allah sınırsız hürriyet sahibidir; insan ise bu dünyada duyu organlarıyla sınırlandırılmıştır. Nefsin azgın istekleri de insan davranışlarını esir etmiştir. Bu dünyadan ve nefsin esaretinden kurtulabilirse, hür olarak asıl kaynağa doğru yol alabilecektir. En güzel kıvamda yaratılan (Kur'ân-ı Kerim 95/1-5) ve aşağıların en aşağısına inebilen insan; rüzgârda uçan başıboş bir yaprak gibi hevesleriyle hareket eden biri olmamalı (Kur'ân-ı Kerim 6/116; 2/30), Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak (Kur'ân-ı Kerim 18/54), varlığının en çetin savaşını verip (Kur'ân-ı Kerim 2/30) Allah'a ulaşmalıdır.
Allah ile insan ayrıdır; ancak bu ayrılık Allah'ın bizden ayrılığı değildir. O, insanın yaptığı ve düşündüğü herşeyi biliyor ve ona şahdamarından daha yakındır (Kur'ân-ı Kerim 50/16; 58/7). İnsan ise ondan perde perde uzak kalmıştır. İnsanın onu görmemesinin ana sebebi, onun insana çok fazla yakın, hattâ insan benliğinin ulaşılması çok zor derinliklerinde olmasıdır. Uzaklık gibi, çok fazla yakınlık da bir perdelenme yapmaktadır (Ali el-Havvas).
İnsanlar için bu dünya bir imtihan yeridir. Bu, hayat boyu süren bir imtihandır ve insan "biraz korku, biraz açlık, ve biraz da mallardan, canlardan yana eksiltmeyle" sınanacaktır (Kur'ân-ı Kerim 2/155; 29/2-3; 47/31). Bu imtihan çok değişik yollarla yapılır (Kur'ân-ı Kerim 28/5; 17/16; 29/13; 8/28; 20/40; 21/35; 38/34). Bu imtihan başarılmadan da Cennet'e girilemez (Kur'ân-ı Kerim 3/142). Mutasavvıflara göre bu savaşta başarılı olmanın yolu tasavvufî yaşayıştır.
Tasavvuf, Kur'ân-ı Kerim ve sünnette gösterilen yollar demektir. Gerçi bütün varlıklar ve bütün olaylar bizi Allah'a götürecek âyetlerdir. Hattâ insanın iç dünyasında olup bitenler de birer âyettir (Kur'ân-ı Kerim 51/20-21; 41/53; 3/190). Ancak Kur'ân insanlara zaman ve mekânlar üstü olarak indirilmiş, hem çok açık hem de ulaşamayacağımız kadar derin anlamları olan ilâhî bir Kitap'tır. Hz. Muhammed de, ilk insandan son insana kadar en seçkin, en yüce kişi ve Allah'ın yeryüzündeki elçisidir. Göğsü açılıp genişletilmiş (Kur'ân-ı Kerim 94/1-2) ve "âlemlere rahmet olarak" gönderilmiştir (Kur'ân-ı Kerim 21/107).
O, sadece yeryüzüne değil, Mir'ac olayıyla bütün evrenlere peygamber olarak arz edilmiş, Allah'a o kadar yaklaştığı halde, nasıl gittiyse öyle gelmiştir. Oysa varlık sırlarını aşarak Allah'a biraz yaklaşan velilerin büyük çoğunluğu Allah'ın aşkıyla deli-divâne olmuşlar, toplumdan uzaklaşmışlar, "Ene'l-Hakk" ("Ben Hakk'ım!") duygularına kapılıp bunu açıklamışlardır. Hz. Muhammed ise sürekli yükselmiş ve yükseldikçe eski hallerine ve davranışlarına tövbe etmiş, Allah'a en çok yaklaşan kişi olduğu halde insanları aydınlatma görevini sürdürmüş, ideal bir insan olarak yaşamıştır. Dolayısıyla tasavvufun ideal davranışı, Hz. Muhammed'in sünnetidir. Evrenlerin içinde varolmakta olan bütün haller Allah'ın eseridir. "Allah, hem bizi hem de yapmakta olduklarımızı yaratmaktadır" (Kur'ân-ı Kerim 37/96). Her işte ona dayanmalı, ona güvenmelidir.
Allah gerçeği
İslâm dininde ve O'na en sadık yaşayış yolu olan tasavvufta Allah'ın zatını, özünü bilemeyeceğimiz; duyu organlarımızın ve aklımızın buna yeterli olmadığı gerçeği kabul edilir ve "Allah'ın zatı üzerinde fazla düşünmeyiniz" hadisi rivayet edilir. Allah, Mevlâna'nın deyişiyle, hiç aklımıza gelmeyecek şey, hiç düşünemeyeceğimiz şey yok mu; işte odur. Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. İnsan, Allah ile diğer varlıkların tam ortasında, daha doğru deyişle, Allah'ın yarattığı bütün diğer varlıkların üzerindedir. Dolayısıyla insan hem maddî hem de manevî yönden Allah'ı rahatça bilebilir. Ancak bu bilme, bir ünsiyet kurma halinde düşünülürse, hiç kimse Allah'ın zatıyla ünsiyet kuramaz; ancak onun yarattığı varlıklar ve olaylarla ünsiyet kurabilir (Ali el-Havvas). Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir.
Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.
Bu dünyadaki insan Allah'tan ayrılmış, araya kat kat perdeler girmiştir. Ama bu ayrılık insan açısındandır ve psikolojik bir ayrılıktır. Yoksa, Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir. Yunus, bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
"Sen hod bize bizden yakın görünmezsin hicâb nedir?
Çün aybı yok göklü yüzün, üzerinde nikâb nedir?" (58)
"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır." (66)
"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Aynadır görenlere ol gönüller içinde." (122)
Allah'a inanmayan insanlar için evrendeki her şey, bütün varlıklar ve olaylar, zaman ve mekân, hattâ insanın kendi nefsi bile birer perde, birer engeldir. Bu perde ve engelleri bizi Allah'a ulaştıran yollar haline getirmemiz için inanmamız gerekir. Aslında Hallâc-ı Mansur'un deyişiyle "Hakk gizli değildir; perde arkasında kalan sadece mahluklardır, halkdır". Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:
"Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?" (55)
İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, kendi gerçeklerini insana açıp gösterdikçe insanlar kendilerini o sanırlar. Bu hataya mutasavvıfların çoğu düşmüştür. Bu dünya bir sebepler silsilesi halinde yaratılmıştır. Yoksa canlı varlıkların ve özellikle insanların, biraz sonra ne olacağını bilmedikleri, bir sürü "bilinmezlerle" dolu bir dünyada kendi hür iradelerine göre yaşamaları mümkün değildir.
Zaten Allah'ın saçma bir evren yaratması da düşünülemez. Evrende her şey, akıllı insanların birçok anlam çıkaracakları bir mantıkî dünya ve sebepler zinciri halinde her an yaratılmaktadır.
Biz sadece sebepleri görüyoruz; sebepleri yaratan Allah'ı göremiyoruz. İnsan sebeplerden hareket ederek Allah'a gitmelidir. Yoksa sebepleri büsbütün görmezlikten gelirsek bâtılın kucağına düşeriz. Büsbütün sebeplerin içinde bağlı kalırsak, sebepleri yaratan Allah'ı göremeyiz (Bunân b. Muhammed el-Hammal). Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah'ın zatı ve manevî yönleri devamlı gizli kalmakta, eserleri ve maddî yönleri de devamlı açılıp genişlemektedir. O. "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir.
İnsanlar duyu organlarıyla varlıkları ve olayları görürler, maddî varlıklarını buradan çıkardıkları sebep-sonuç bağlantısına göre idare ederler.Ancak bir de sebeplerin gerisi, varlıkların ve olayların anlamı, ruhu vardır ki, bunun bilgisi insana açıkça verilmemiştir.Ruh, Allah'ın emrindedir (Kurân-ı Kerim 18/85). İnanan, çevresine basiretle ve akılla bakan insanlar anlamlara ulaşabilirler. Allah da "Artık üzerinden perdeyi kaldırdık, şimdi gözün keskindir" (Kurân-ı Kerim 50/22) buyurmaktadır.
Başlangıçta;
"Yunus bu göz onu görmez, görenler hod haber vermez
Bu menzile akıl ermez, bu koduğun serap nedir?" (58)
diyen Yunus, daha sonraları da şöyle demektedir:
"Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm,
Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokdurur." (62)
"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen
Ne havsala ola bende yahut ona lâyık basır." (63)
"Bu benim gönlüm alan, doludur cümle âlem
Kancaru bakar isem onsuz yer görimezem." (93)
Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir ruh, bir nur halinde bulunmaktadır. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Hattâ bu evren, bu zaman ve mekân onun gücünün ve eserlerinin küçük bir damlasıdır. Şöyle diyor Yunus Emre:
"Ne dünya, ne âhıret, ne Kaf u ne Kef
Bunlar katre, derya melekûtun var." (61)
"Bir halayık aydur bana, sakla onu can içinde
Bir zerresi yüzbin cihan, ayıt nice sırreyleyem?" (103)
Her şeyde kendini hem gösteren hem de gizleyen Allah'a ulaşma yolunda, şekiller önemli bir engelleyicidir.
Bütün mutasavvıflar gibi, Yunus da şekilleri, renkleri, kokuları tek tek parçaları aşmak, mânâ bütününe ulaşmak ister.
Varlığın sırrını çözen Yunus, varlıktan kurtulur, hattâ Cennet ve Cehennem'i bile, öte dünyada bedenin ödüllendirilme ve cezalandırılma yeri gibi, nefsanî şeyler olarak görür ve bunlardan kurtulduğunu ilân eder(6).
"Sensin benim cânım cânı, sensiz kararım yokdurur
Uçmak'ta sen olmazısan vallah nazarım yokdurur." (62)
"Sekiz Uçmağın hûrisi eğer bezenip geleler
Senin sevginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye."(40)
Gerçeğin içinde var olan Allah'tır. Gerçek, içinde Allah olduğu için gerçektir. Tabiat, bizi Allah'a kavuşturan yollardan birini gösterir. Tabiatta madde ile ruh içiçedir ve Allah'ın takdir ettiği bir süre iyice kaynaşmıştır. Bu birliği anlayarak Allah'a ulaşmak, daha emin, daha sağlam temeller üzerinde olur. Bu şekilde ilim, Allah'ı daha iyi tanımak için bir vasıtadır. Zaten ilmin üstünlüğü de buradadır (Süfyan es-Servî). Allah'ı evrenden ayrı göremeyiz; evrendeki her şey Allah'ın özelliklerinin bir parçasıdır. İnsanın Allah'a imanının ilk şartı, tabiat kanunları ve yaratılış içindeki Allah'ın tecellilerini bilmek, bunları bütünleştiren Allah'ın azametini tanımak, ona sığınmaktır.
İnsan gerçeğe ulaşmak için tabiat varlıklarını basamak yapacaktır. Bu tabiat içinde görülen her şey Allah'ın kuvvet ve iradesinin bir parçasıdır. Kaldı ki -Batılı panteist filosofların zannettikleri gibi- Allah, tabiat determinizmi içinde hapsedilmiş de değildir. Bu evrendeki tabiat kanunları onun yaratabileceği mümkün oluşların sadece bir kısmıdır. O, evrene her an hakim ve olayları istediği gibi yönlendirmekte hürdür. Allah hürdür ve sonsuz hayat kaynağıdır.
Âyete'l-Kürsi'de Yüce Allah kendisini şöyle anlatıyor: "Allah'tan başka Tanrı yok, ancak o dâima yaşayan, dâima duran, tutan hayyu kayyum o. Ne gaflet basar onu ne uyku. Göklerdeki ve yerdeki hep onun (...) Onların önünde ne var, arkalarında ne var, hepsini bilir; onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilâhisinden hiçbir şey kavrayamazlar (...)" (Kur'ân-ı Kerim 2/255).
İslâma göre evrendeki varlıklar olmuş bitmiş değil, her an olmakta olan bir imkânlar dizisidir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; zaman ve mekân her an yaşamakta ve Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Fert insan için de, zamanın geçmiş ve gelecek boyutlarına sıkışmadan, anlamı olan şu içinde yaşadığımız zamanı (an, dem) değerlendirmek önemlidir. Olup bitmiş donuk bir şey yoktur, her şey müthiş bir dinamizm içindedir. Bu dinamizm de statik bir bilgi ile değil, dinamik bir bilgi ve oluşa aktif olarak katılmakla anlaşılabilir. Her şey her an olmaktadır, bu nedenle statik kalan hiçbir şey yoktur. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).
İnsanın da bu oluşa doğru, iyi ve güzel hareketler yapan bir kul olarak, her an katılması gerekir. Bu nedenle İslâm tasavvufu kendi üzerine dönük bir düşünce olarak kalmamış, önce düşünce oluşa yönelip "niyet" olmuş, daha sonra da niyetler fiile, hareket ve davranışa dönüşmüştür.
Allah, statik bir varlık değildir; O, her hareketin en içinde, onu yönlendiren ve yayan güçtür. Öyleyse bir kenara çekilip sürekli tabiat ve olayları seyirde kalamayız. Bu nedenle mutasavvıfların çoğu tasavvufta bir kademe olan "varlıkta, Allah'ı seyretmek" safhasını geçmiş, Allah'ın yaratmakta olduğu "oluş" içinde, "isteyerek" ve onun koyduğu hudutları aşmadan, doğru hareket ve davranışlar göstermeye çalışmışlardır. Allah'ın her an, tabiatın her yanından ortaya çıkan ve apaçık olan bu muazzam tecellisi karşısında halvete ve uzlete çekilmek sürekli olamaz. Allah'ın tecellisi, en iyi olarak oluşa katılmakla anlaşılır.
Allah mutlak güzel ve mutlak iyidir. Zaten hakikatte yalnız güzellik ve iyilik vardır; çirkinlik, kötülük, eksiklik hep bizim kusurlu algılama ve değerlendirmelerimizin sonucudur. Allah'ın yaratışı tam mükemmeldir, hiçbir çatlağı yoktur (Kur'ân-ı Kerim 67/3). "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir." (Kur'ân-ı Kerim 4/79). Yunus sûresinde de (27. âyet), kötülükleri insanın kendisinin kazandığı belirtiliyor. O halde, tabiatta kötü olan bir şey yoktur; onların kötü, pis ve haram olmaları insanların yanlış kullanımı ve değerlendirmelerinden dolayıdır. Tasavvuf, insanları, eşyaya ve tabiata Allah'ın gözüyle bakmaya çağırır. O zaman görüş hatalarımız düzelir; herşeyi dosdoğru görmeye başlarız. İnsan, karmaşıklığı ve kötülüğü kendi yaratır. Tasavvuf, güzel görme eğitimidir. Çünkü görülen her şeyde Allah vardır ve kusur, günah insanın bakışından doğmaktadır.
Çevreye bakıldığında Allah'ı görebilmek insana büyük bir huzur verir. İnsanda Allah'a karşı bir aşk başlar. Her varlığın en küçük zerresinden en büyük davranış ve hayallerine kadar her şeyde Allah görülmeye başlanınca, insan iç tecrübeye, kendi içine, kendi özüne döner. Kendisini de Allah'ın yönlendirdiğini, her şeyin temelinde onun olduğunu hisseder ve bazen onunla bütünleşmiş gibi olur. Yunus'ta bu keşfi en açık şekilde görüyoruz.
"Bir ben vardır bende benden içeri" diyerek içindeki, inanmış gönlündeki Allah'ın varlığını keşfeden Yunus, birdenbire zaptedilmez bir güce ulaşır ve bizce, Divân'ın en güçlü dizelerini söylemeye başlar.
"Evvel benim, âhır benim, canlara can olan benim
Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim.
Bir karara tuttum karar, sırrımı benim kim duyar
Gözsüz beni kanda görür, gönülde gizlenen benim.
Dahi acep aşıklara ikrar u din, iman oldum
Halkın gönlünde küfr ile, İslâm ile iman benim.
Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen
Kâfir olur inanmayan, evvel-âhır-heman benim."
Yunus'un yükselişi artık zamanlar ve mekânlar üstündedir. "Ey yarenler, ey kardeşler, sorun bana kanda idim?" diye başlayan şiirinde, henüz hiçbir şey yaratılmadan önceki zamana gider. Oradan bütün zamanı seyreder, kendi geliş zamanını dahi görür. Endişe şerrinden uzak, o ulu makamda Allah'ın hükmedişini görür ve bu kaynaşma veya erimiş halde bulunmayı şöyle ifade eder:
"Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben olidim, ol benidim, bu aşkı sunandayıdım." (95)
Yunus'un çoşkulu anlarında berrak olarak anlattığı Allah, bütün insanların varmayı özledikleri ve zaten "isteyerek-istemeyerek" (Kur'ânı Kerim 13/15) gitmekte oldukları ana kaynaktır. Bu ana kaynağı keşfeden, dayanılmaz bir aşka düşer. Artık bütün benliğini O kaplamıştır ve O'nun dışında hiç ama hiçbir şeyin değeri kalmaz.
İki cihanı da Allah'la dolu gören Yunus Emre, başlangıçtan sona her şeyin Allah olduğunu, varlık perdesini yırtan herkesin Hakk'ı görebileceğini, ancak bu perdeyi yırtamayanların Allah'ın en küçük zerrelerden en büyük varlıklara kadar sonsuz "âyetine" rağmen onu göremeyeceğini belirtiyor.
Tabiat gerçeği
Tasavvufun evren ve tabiat anlayışında genel olarak, yaratılmış olan herşeyin insan için yaratıldığı inancı hâkimdir. Ancak insanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir tabiat oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed'in gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. Yani insandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi de Hz. Muhammed'dir.
Allah'ın bu evrendeki varlıkları ve oluşu, kendi dışında birşey olarak yaratıp tabiî akışına bıraktığı, veya kendi iradesi dışında var olan bu evrene yön vermeye çalışan bir güç olduğu şeklindeki görüşler doğru değildir. Bu evrendeki madde ve mânâ, Allah'ın yaratıcı kudretinin ortaya çıkışıdır. O, bütün oluşu plânlamış, gerçekleştirmiş ve "levh-i mahfuz"una kaydetmiştir. Dolayısıyla bütün zamana ve mekâna hâkimdir ve geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olacağını en iyi şekilde bilmektedir. Şu anda mikrokozmostan makrokozmosa kadar her türlü oluş da aslında onun taptaze yaratışıdır; bu yaratışın içinde de kendisi vardır, dışı da kendisidir. Dolayısıyla evrende olup bitenler mekânik tekrarlar değil, her an yenilenip değişen bir yaratıştır. Evren bir varlık yığını değil, devamlı oluşan, devamlı değişen bir olaylar yapısıdır.