İNANAN İNSANA YAKIŞAN DAVRANIŞLAR
İnsan, Cenâb-ı Allah’a her zaman muhtaçtır. O’nun nimetlerine muhtaç olmasından daha çok inâyet (yardım, ihsan) ve riayetine (koruyup gözetmesine) muhtaçtır. Hava, su ve yiyecek gibi şeylere muhtaç olan insanoğlunun bu maddî nimetlerden daha fazla kalb ve ruh istikametinde beslenmeye ihtiyacı vardır. Ve samimi bir kul, Rabbinden sürekli kalb ve ruh istikameti istemelidir.
Bir kulun “Nasıl olsa çizgiyi bir kere tutturdum...” düşüncesi ve tavrı içine girmesi, sanki bir yerden sonra Allah Teâlâ’ya ihtiyacı yokmuş manasına gelir. Bu tavır hiçbir zaman içine düşülmemesi gereken bir yanlışlıktır ve neticesi de ilhaddır (inanç bozukluğudur). Oysa herşey, her zaman O’na muhtaçtır. İnsan, senelerce ibadet ü tâat yapsa da bunlar onun ruhunda istikamet sağlayıcı bir hale bürünmeyebilir. Herşeye rağmen ona düşen yine her söz, tavır ve davranışıyla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, O’ndan ihlas ve istikâmet istemektir.
Bu konuda çok samimi ve yürekten olmak gerekir. İnsan altmış-yetmiş yaşında olsa ve o zamana kadar imrenilecek bir hayat ortaya koymuş bulunsa, yine de yanlışlıklara düşebilir, hata yapabilir. Öyleyse inanan bir gönül canını ortaya koyarcasına, gönülden Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmeli, “Ya Rab, beni hidayetinden bir lahza ayırma.. sözüm, davranışım, konuşmam, el-ayak hareketlerim ve hatta mimiklerimle -küçük de olsa- bir yanlışlığın içine düşürme.. bir dakikalık inhirafa düşeceksem emanetini hemen al.” diyecek kadar candan olmalı. Mesela; sesli Kur’ân-ı Kerim okuyor.. samimi ve riyasız başladı.. fakat bir aralık “dışardakiler de duysalar iyi olur” düşüncesi aklından geçti.. yüreği varsa sesini hemen kesmeli, “münafık” demeli kendi kendine, başını yere koymalı ve istiğfar etmeli.. küllî bir ibadetin içine ufak bir kırıklık ve azıcık bir yön değişikliği dahi sokmamalı.. Çünkü ibadet ü tâat sadece Allah için edâ edilir. Ve elden geldiğince -hususiyle farzlar dışındaki ibadetler- hiç kimseye gösterilmez, hiç kimseye duyurulmaz. Tabii halde yaparken bazıları duyarsa, bu durum o kulu alakadar etmez. Fakat o yine “keşke duymasalardı” der.
İstikamet üzere yaşama ve yanlışlıklara düşmeme hususunda bir muztar (bütün bütün çaresiz kalmış bir insan) gibi dua etmeli ve Allah’a sığınmalıdır. İbadet ederken de muztar edasıyla ibadet etmek gerekir. Hani, Lemalar’da okuyoruz; Hz. Yunus (aleyhisselâm) denize atılıp büyük bir balık onu yutunca, fırtınalı bir deniz ortasında, karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette kalıyor. Esbab tamamen sükut ediyor. Gece, deniz ve balık O’nun aleyhine ittifak edince bu üçünü birden emrine musahhar edip, kendisini sahil-i selamete çıkarabilecek yegâne Zat’a sesleniyor. Müsebbib’ül-esbâb’dan başka bir melce’ olmadığını ayne’l-yakîn gördüğü ve O’na sığındığı an, Nur-u Tevhîd içinde Sırr-ı Ehadiyet inkişaf ediyor. İşte, aynen öyle de, samimi bir kul, etrafındaki hiçbir şeyin kendisinin derdine derman olamayacağı ve imdadına koşamayacağı duygusuyla “Allah” demeli ve O’na yönelmelidir. O hal üzereyken “Allah” demede başka hiçbir garaz yoktur. Herşeyden ümit kesen insanın, açık bulacağını ümit ettiği o tek kapıya yönelmesiyle Nur-u Tevhid içinde Ehadiyet sırrı onun için de açılacaktır.
Zaten Kur'ân-ı Kerim, bütün haşmetiyle bu hakikatı ilan ediyor: “... Muztar dua ettiği zaman, duasına icabet eden kimdir? O duayı kabul eden onun arzusunu is'af eden (yerine getiren) kimdir? Belâya dûçar olduğu zaman, o belâyı bertaraf eden kimdir?” diyor. Kendi hatıralarınıza dönüp bakar, darda kaldığınız pek çok defa “Rabbim” dediğinizde imdadınıza koşulduğunu hatırlarsanız bu soruya bütün gönlünüzle siz cevap verecek ve "Allah" diyeceksiniz.
Evet, insan sürekli kendini kontrol etmeli, eksik ve hatalarını görüp onları düzeltme hususunda kendi niyet, azim ve gayretinden öte Allah’a güvenmeli, O’na itimat etmeli.. ve katiyen unutmamalı ki; bir işin içine ne kadar başkalarının mülâhazası girerse, o kadar Allah rızası düşüncesi delinmiş ve yırtılmış olur.
Temkinli yaşamalı insan.. ayaklarının sağlam bir zemin üzerinde olduğu, kulluk yolunda rahat yürüyebildiği, şeytanın ona tesir edemeyeceği.. şeklindeki bütün düşünceleri “Hayır, bunlar öyle görünüyor olabilir; fakat her an o zemin çökebilir; her lâhza ayaklarım beni yolda koyabilir; şeytan bir yerden yolunu bulup duygularımı kirletebilir..” türünden temkin ifadeleriyle ta’dil etmeli. Meselâ, az önce de ifade ettiğim gibi, gece karanlığında, bir binada tek başına “Ya Rabbi” deyip ağladığı anda bile “Belki birazdan birisi kapıdan içeri girer de beni duyar, ‘şu adamın ihlâsına bak!’ der” gibi bir duyguya kapılmışsa insan, o an duasını, ağlamasını kesmeli; riya ile o temiz sayfayı kirleteceğine, onun bir kısmını eksik bırakmalı. Nitekim, seleflerimizin hayatına bakarsanız bu ölçüyü gösteren pek çok misal görürsünüz. Meselâ, İbrahim b. Yezid En-Nehaî, Kur’an okuduğu bir sırada kapısı çalınınca önce Kur’an-ı Kerim’i rafa kaldırıyor ve sonra kapıyı açıyor.. ev halkı neden öyle yaptığını sorunca da “Beni o halde görürlerse her zaman Kuran okuyorum zannederler.” diyor ve öyle bir görüntüyü riya kabul ediyor.
Bu kadar hassasiyetin bir vehim ve vesvese olabileceği de akla gelebilir. Fakat halis bir mü’mine yakışan, sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel etmeyi namus meselesi bilmesidir.. Allah’a ve ahirete inanan bir insan, ibadet ü taatı Allah’a tahsis etme hususunda vesvese derecesinde hassas davranmalı, bunu bir namus meselesi olarak telakkî etmelidir. En iyi söz söylediği zaman bile, eğer içine riya ve dolayısıyla şirk ifade eden söz ve davranışlar bulaşıyorsa, konuşmasını hemen kesmesini bilmelidir. Kaleminden Hz. Davud’un mezamiri gibi enfes mısralar döküldüğü bir sırada dahi, eğer niyetinde bir kirlenme görüyorsa kalemini anında kırmalıdır.. kırmalıdır çünkü o ebediyete talip olmuştur.. ebedî bir hayata talip olanın da bu hedef uğruna ömür boyu duygu ve düşüncelerini temiz tutmaya çalışması gerekir.
Zaten şu kısacık ömrümüzde, şahsımızın bilinmesi, iyi olarak tanınması ve böylece bize hürmet edilmesi şeklinde gayeler taşımak ya da dünya nimetlerinden istifade etme türünden bazı sevdalar ardına düşmek Rabb’e karşı çok büyük bir ayıptır. O’nu anlatmak ve dinimizin i’lâsına çalışmak gibi bir kulluk vazifemiz varken dünyevî başka hedefler edinmek Allah’a karşı vefasızlıktır.
Kendi adıma da, makam-mansıp sevdasına kapılmaktan, iyi olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî isteği Rabbime, Efendime ve dinime karşı vefasızlık kabul ediyorum. Millet olarak, zaman içinde kendimizi yenilemek, daha parlak bir görüntü sergilemek, hususiyle de son bin senelik müktesebâtımızı, kültürümüzü tanımak, tanıtmak ve dinimizi anlatmaktan başka hiçbir sevdam olmasını istemiyorum. –Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametinden ümit etmekle beraber kendimi hiç ehil görmediğim– Cennet, bütün güzellikleriyle ayaklarımın önüne serilse de ben şu anki halet-i ruhiyem itibarıyla bunu da istemiyorum. Bu sözümle –hâşâ– Cenneti küçümsediğim veya meşru dairedeki dünyevî lezzet ve nimetlerin dahi hiç istenmemesi gerektiğini kastettiğim zannedilmesin. Ben gözümü-gönlümü dolduran bir sevdayı ifade etmeye çalışıyorum. Dinime ve milletime hizmet duygusu bütün bütün ufkumu kaplıyor.. bunun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorum. Hatta düşünmemin, istememin haram olduğunu zannediyorum.
Bugünkü gibi, hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve ızdırap yudumlayarak; herbiri kalbimi durduracak büyüklükte üç-dört defa şok yaşayarak; bir ilâcın tesiri bitmeden bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de ben dünyevî lezzetleri, hatta Cennet’i değil, herşeye rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim. Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi “Bu gece son gecemdir.” diye bekliyorum. Ama dünyaya bir “hizmet diyarı” olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum.
Yıllar geçtikçe insanın nefsi daha da kuvvetleniyor mu?
Nefis zamanla kuvvet kazanabilir. Zira, seneler geçtikçe insanda bazı arzular, cismâniyete ait bir kısım istekler belirir.. tûl-i emel, bedenî istekler, servet düşüncesi ve mal-mülk hırsı başgösterir. Bütün bunlar bir de ülfetle kuvvetlenir ve desteklenirse insan yenilebilir, kayıp düşebilir.
Bu hisler belirdikçe insan bir yönüyle yerinde daha sıkı durmaya çalışmalı. Dine ve millete hizmet gayesine daha bir bağlanmalı. Cenâb-ı Hak, insanı hususi mahiyette nerede sıyanet edecekse, o nokta aranmalı. Kur’an-ı Kerim’de “Fezkürûnî ezkürküm-Siz Beni anın, Ben de sizi anayım”, “İn tensuru’llâhe yensurküm-Allah’a yardım eder, dinine arka çıkarsanız, O da size yardım eder.” buyruluyor ve bir manada sıyanet-i ilâhiyeye mazhar olma yolu gösteriliyor. O zaman insan duracağı tabyaları çok iyi belirlemelidir. Yani, bu ilâhî ahdi görmeli ve “Demek ki, ben O’nu anlatma konumunda olmalıyım. O konumun hakkını vermeliyim. Duruşumu sık sık gözden geçirmeli, kendimi sağlama almalıyım.” demelidir. Bir taraftan insan benliğinde bazı hisler gelişirken ve düşmanın taaruz yollarını çoğaltması söz konusu iken, o olduğu yerde kalırsa elbette yenik düşer. İnsanın da o istikamette gelişmesi lazımdır. İmanı sırf delillere dayalı zihnî bir mefhum olarak algıladığı dönemlerde insana sadece “inandım” demesi yetebilir. Fakat, daha sonra bu itirafı ve bilgiyi kalbe maletme, tabiatının bir yanı haline getirme, yani yeme-içme, yatma ve istirahat etme gibi tabiatının bir buudu haline getirme şarttır. İnsan, yemek yemediğinde rahatsızlandığı gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar bunları tabiat haline getirmezse, daha sonraki “ülfet dönemi”nde ayakta duramaz, devrilir.
Bu açıdan -her fırsatta arzediyorum- dünkü inancımız Şah-ı Geylânî’nin imanı seviyesinde olsa da, o bugün yetmeyebilir. Bugün yeni baştan, bir kere daha ilim, idrak ve anlayış ufkumuza göre Allah’a olan imanımızı yenilememiz gerekir. Her gün âyât-ı tekvîniye ve teşrîiyeyi sürekli gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz. Sürekli araştırmalı; aklımızın ermediği şeyler üzerinde “Burada bir hikmet vardır.” mülâhazasıyla ısrarla durmalıyız. Bediüzzaman’ın haline bakın, diyor ki; “Rahîm-i Zülcemâlin bağıstan-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapanın, herşeye kâdir olması lâzım gelir.”
Bu düşünceler, ilme’l-yakînin bir mertebesidir. Bir noktada bu bize yetmeyebilir. Daha ileriye götürürüz bunu, ilmî tahlillerin yapıldığı ortamda bunu tekrar gözden geçiririz; bir de oradan yürürüz; orayı da bir pist yapar bir de oradan yükseliriz. İlme’l-yakînin âlî mertebesinde yeni bir açılım daha yaparız.. sonra bir fırsatını bulunca bir kere daha.. bir kere daha.. sürekli yeniler dururuz kendimizi. Yoksa içinde bulunduğumuz çevrede yenilenmeler yaşanıyor, düşünceler değişiyor, ilim mantığı ve ilim felsefesi başkalaşıyorsa, ve biz buna rağmen olduğumuz yerde kalıyorsak, şeytan o yeni malzemeyi kullanır ve biz yenik düşeriz, -Allah muhafaza- devriliriz.
Sürekli kendimizi yenileme, bu yenilemeyi yaparken de kalbimizle beraber yürüme mecburiyetindeyiz. Kalbimizin, aklımızdan bir adım geri kalmaması, hayatiyetini koruması lâzım. Unutmamak icab eder ki; mantığı çok ileriye gitmiş, muğalata ve diyalektik adamı olmuş bir insanın, kalbi o ölçüde inkişaf etmemişse onun kuru mantık ve diyalektiği kalbini yutmuş demektir.. kalbî hayatını öldürmüş ve onu latîfe-i Rabbaniye’den mahrum etmiş demektir...
Evet, insan düşünce ufku ne seviyede olursa olsun, kalbini nazardan dûr etmemeli.. başını yere koyup sabahlara kadar dua dua yalvarmalı. Çünkü ebedî mutlu olacağı bir alem için ayağına zincir vursalar ve deseler ki, “Başını yerden kaldırmadan ömür boyu secde edeceksin ama neticede ebedî mutlu olacağın bir dünyayı kazanacaksın.” Aklı varsa insan secde eder.. eder zira, önünde bir ebedî saadet vardır. Altmış-yetmiş sene, altıyüz-yediyüz sene veya altı milyon-yedi milyon sene değil sonsuz bir hayat.. İşte bizim önümüzde de o ebedî hayat var. Onun için ne verilse değer. Bundan dolayı akıllı mü’minler anlatılırken mallarını, canlarını, herşeylerini Allah’a satarlar, verirler denilmektedir.