İSTANBUL UN FETHİ NİN SONUCU VE SESBEBİ
İstanbul’un fethinin 549. yıldönümünü idrak etmiş bulunmaktayız. Tarihte, güçlü devletler kurmuş, büyük zaferler kazanmış, değerli devlet ve ilim adamları yetiştirmiş bir millet oluşumuzu hatırlamamız, geleceğe doğru emin adımlar atmamız için ilham ve güven kaynağı olacaktır. Tarihimiz, ruhumuzun temelleri için sağlam bir zemindir. İstanbul’un yanında Fâtih’in bize bıraktığı miras, onun örnek hayatıdır. İman, azim, kararlılık, büyük hedefler tayin etme, başarıya kilitlenme, ilme tutkunluk, hoşgörü, hakka ve hukûka bağlılık, adâlet... bunlardan bazılarıdır. Fethi kutladığımız şu günlerde, asıl idrak etmemiz gereken, bu manevî mîrası yaşatma şuurunu kazanmamızdır.
Edirne Sarayı’nda bir seher vakti Sultan II. Murad’a bir oğlunun dünyaya geldiği müjdesi verilir. Padişah, o sırada Muhammed Sûresi’ni okumaktadır. Okuduğu sûrenin adına bakarak oğluna bir isim buluvermiştir. Ancak, Muhammed ismine karşı bir edep inceliğini gösteren Osmanlı geleneğine göre, yeni doğan bu şehzâdeye Mehmed ismini verirler. Fâtih’in annesi Hümâ Hâtun, fetih türküleri ile şehzâdesini büyütürken, babası da erken yaşlardan itibaren oğlunun yetişmesi için devrin en tanınmış hocalarını seferber ettirmiştir. İslam tarihinde, XII. yüzyılın ortalarına kadar, dînî ilimlerin fen ilimleri ile bir bütün halinde okutulması geleneği çerçevesinde yirmi yaşına kadar çeşitli ilim sahalarında alimlerle tartışacak kadar bilgi sahibi olan Fâtih, devrinde popüler olan sekiz yabancı dili okuyup–konuşacak düzeyde öğrenmiştir. Ona ders veren hocalar arasında Hıristiyan ilim adamları da bulunmaktaydı.
Osmanlı tahtına çıkar çıkmaz, babası II. Murad’ın vasiyeti gereği İstanbul’un fethine girişen Fâtih, ilk iş olarak, dedesi Yıldırım Beyazit’in İstanbul Boğazı’nda inşa ettirdiği Anadolu Hisarı karşısında, dört ay gibi kısa bir zamanda Boğazkesen Hisarı’nı yaptırır. Fâtih’in de inşaat süresince bir amele gibi taş taşıdığı bu hisarın yüksek duvarlarına yukarıdan bakıldığında Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ismi görülecektir. Bu da Fâtih’in mefkûresini, hayat felsefesini ve aksiyon gücünün kaynağını göstermektedir.
Fâtih’in insanlığa sunacağı hizmetler vardır. Onun “şâhî” ve havan topları, Bizans surlarını yıktığı gibi, Avrupa’da şatolara sığınarak halkın emeği ve teri üzerinde saltanat süren feodallerin duvarlarını da yıkmıştı. Böylece Fâtih, yeni bir “çağ” açmıştı. Latin işgalinden beri bir türlü huzur ve rahatı bulamayan Rumlar onun sayesinde rahat bir hayata kavuşmuşlardı. Bir ilim ve marifet merkezi haline gelen İstanbul, İslam kültür ve medeniyetinin de beşiği haline gelmişti. İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, insanlık için yapacağı vazifesinin sona erdiğine inanmıştı. İstanbul’un manevî fâtihi ve ruhunun gıdasını temin ettiği hocasının önüne oturan Fâtih, “Dünya nimetlerinden gına getirdim. Emelim şudur ki, tac ve tahtımı terk idem. Senin yanında Hakk’a hizmet yolunda ibadetle ömrümü geçirem.” sözleri ile dervişlik yoluna girmek istediğini belirtince; talebesine halkının başında görevine devam etmesini tavsiye eden Akşemseddin, “icrâ–yı adâlet” yolunda hizmetin dervişlikten daha hayırlı olduğunu söylemiştir.
İstanbul’un “fethi”, Napolyon, Timur ve benzerlerinin yaptığı gibi işgâl ile başkalarının toprağını ele geçirme hareketi değildir. Fâtih’in İstanbul’u fethine teşebbüs ettiği sırada imparator, Avrupa’dan yardım alabilmek için Papa tarafından şart koşulan Katolik kilisesiyle birleşmeyi kabul etmişti. Bu maksatla Papa tarafından gönderilen bir kardinal başkanlığında Ayasofya’da ayin yapılırken İstanbul’un Ortodoks halkı, bunu nefretle karşılamıştı. Halk, 1204 İstanbul istilası sırasında Latinlerin kendilerine nasıl davrandıklarını unutmamıştı. Diğer taraftan da, Rumlar, Osmanlı’nın kendilerine hoşgörü ve adâletle davranacaklarını biliyordu. Onlar, Osmanlı himayesine giren bütün Hıristiyanların mal ve can emniyeti ile inançlarında serbest oluşlarını bildikleri için onlara karşı hayranlık duymaktaydılar. Bu bakımdan, Osmanlı’nın kendilerini bir an önce himaye altına almalarını beklemekte olan halkın arasında “Kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” sözü dolaşmaktaydı.
Tabiî ve stratejik önemi bakımından İstanbul, tarih boyunca; MÖ 240’ta Makedonyalılardan başlamak üzere; Persler, Emevîler, Abbasîler, Latinler, Cenevizliler, nihayet Osmanlılar tarafından ele geçirilmeye çalışılmış, 28 defa kuşatılmıştır. Fâtih döneminde yapılan 29. kuşatma fetihle sonuçlanmıştır. Fâtih’in, surları yıkma tesirini gösterecek “şâhî” toplarını döktürmesi, aşırtmalı atış yapan havan toplarını icat etmesi ve bunların balistik hesaplarının bizzat kendi tarafından yapılması; onun hedefini gerçekleştirmek için bütün engelleri yıkmadaki azmini göstermektedir. Osmanlı gemilerinin geçişini engellemek için Rumlar tarafından Haliç girişinin zincirler ile kapatılması üzerine gemilerin dağlardan, tepelerden aşırılması da aynı azim ve irâdeyi göstermektedir. Bu iman ve irâde sahibi insan Fâtih, “Ya ben Bizans’ı alırım; ya Bizans beni!” sözleri ile bu azmini ifade etmekteydi.
Adâletin tesis edilmesi; tevhid, nübüvvet, haşir inancının yerleştirilmesinden sonra gelen Kur’ân’ın dört temel prensibinden biridir. Ahirette, özel lütuflara mazhar olacak yedi sınıftan biri de “Adâletli hükümdar”dır. Bu değerler ile yetişen Fâtih, ülkesinde, adâleti tesis etmek için mahkemelerin doğru dürüst çalışmasını temin etmiştir. Nitekim, fetihten sonra can ve mal emniyetine sahip oldukları gibi, dînî özgürlükleri de koruma altına alınan Patrikhâne, Fâtih’e müracaat ederek; Rumların adlî dâvâlarına kendi mahkemelerinde bakılması için izin istediklerinde, Padişah, isteklerinin kabul edebileceğini, ancak önce, Osmanlı mahkemelerini gezmelerini tavsiye etmişti. Üsküdar, Kütahya ve Konya mahkemelerini gezip inceleyen papazlar, Fâtih’e gelerek, “İsteğimizden vazgeçtik, biz sizin mahkemelerinizde muhakeme edilmek istiyoruz.” demişlerdi.
İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıkları tamamlayan Fâtih, kan dökülmesini önlemek için, 12 Nisan günü imparatora bir elçi gönderir. Teslim olmaları halinde halkın mal ve canlarının emniyette olacağını, isteyenlerin bütün eşyaları ile istediği yere gitmelerinde serbest olduklarını, aksi halde harp hukûkunun gereklerinin yapılacağını bildirir. ‘Hayır’ denilince, 12 Nisan’da başlayan kuşatmayla 29 Mayıs Salı sabahı Fâtih’in orduları İstanbul’a girerler. Fâtih askerlerine, kendilerine karşı çıkanlar hariç hiç kimsenin öldürülmemesi ve şehrin yağmalanmaması emrini verir. Halkın can ve mal emniyetini sağlayan Fâtih, daha önceden Roma’dan gelen teklifi kabul etmeyerek Latin kilisesiyle birleşmeyi kabul etmeyen Gennadius’u “Cihan Patrikliği” makamına getirerek Ortodoksları Osmanlı himayesine aldığını ilan eder.