İkinci Meşrutiyet
Osmanlı devletinin, 1. Dünya Savaşı öncesinde karşı karşıya bulunduğu bu ağır bunalımlar dönemi, içerde de önemli gelişmelerle birarada gelişmiştir. Daha önce de değinildiği gibi, 19. yüzyılda giderek güçlenen Helen, Germen ve Slav ulusçu akımlarına karşı, II. Abdülhamit Panislamizm görüşünü savunmakta, ancak böyle bir ideolojisinin devleti daha da parçalanmaktan alıkoyacağına inanmakta ve iç politikada da başka yönde düşüncelere izin vermemekteydi. Üstelik, yavaş yavaş Osmanlı devleti üzerindeki etkisini arttırmakta olan Almanya da, kendi çıkarları açısından bu Panislamist politikayı desteklemekteydi (Ortaylı, 1981: 41-5).
Ancak, II. Abdülhamit'in gittikçe koyulaşan baskı yönetimi, devletin giderek parçalanması ve özellikle Kırım savaşından sonra gün geçtikçe daha da bozulan ekonomik ve mali durumun yarattığı sıkıntı, devleti gerçek bir tehdit altında bırakmaktaydı. Bu durumda Osmanlı aydınları, ülkede mutlakiyetçi yönetime son vererek, 1876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe sokmak, parçalanmayı ekonomik ve toplumsal gelişme ve ilerleme yoluyla engellemek gereğini duymuşlar ve bu yönde gizli dernekler durmaya başlamışlardı. Kurulan dernekler içinde en önemli ve etkili olanı "ittihat ve Terakki Cemiyeti" idi (Akin, 1971). Cemiyetin üyeleri, 1905 yılından sonra özellikle Trakya'da bulunan orduların içinde hızla artmaya başladı.
İttihak ve Terakki'nin, adının da açıkça anlattığı gibi, birbiri ile bağlantılı iki amacı vardı. Birincisi, Osmanlı devleti "milletlerin birleştirilmesi" ile parçalanmaktan kurtarılabilirdi (ittihat). Bu amaç, Abdülhamit'in devleti "Panislamizm" çevresinde bütünleşmesine benziyordu, ama yeni amaç lâik bir temele oturtulmuştu. Osmanlı'nın önceki dönemlerinde dinsel ve siyasal bir topluluk olan "millet", artık yalnızca kültürel bir bütün olarak görülmek isteniyordu, ikincisi ise, ilerleme (terakki) idi. ilerlemenin yolu ise eğitim idi ve bu yolla Batı'dan alınacak lâik kurumların Osmanlı bürokrasisine yeniden benimsetilmesine çalışılacaktı (Heper, 1974:82-3).
İttihat ve Terakki hareketi, temelde Batı'nın üstünlüğüne karşı ulusçu bir direniştir ve Asya ile Afrika direnişleri arasında belki de, eğer iktidara gelmek önemliyse, en başarılı olanıdır. Kısaca, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında Avrupa-dışı dünyada ortaya çıkan uyanışın ve isyanın çerçevesi içinde değerlendirilebilir, ittihat ve Terakki'nin ulusçu niteliği o dönemde açıkça ortaya konmamış olsa bile, faaliyetlerinin özü ve 1908'dc iktidara ağırlığını koyduktan sonraki önlemleri, Batı-karşıtı ulusçu temelini duraksamaya yer vermeyecek ölçüde göstermektedir, ittihatçılar arasında çok çeşitli bölüntüler olmasına rağmen, bir noktada hemen hemen tüm üyeler birleşmişlerdi: lâik bir temel üzerinde devleti parçalanmaktan ve kapitülasyonlar adı altında Batı'nın ekonomik ve mali denetiminden kurtarmak.
İttihat ve Terakki hareketinin özellikle ordu içinde gelişmesinin temel nedeni, Abdülhamit döneminin son yılları ile Genç Türkler döneminde askerî bürokrasinin lâikleşme sürecine öncülük etmesidir. Dış tehlikelerin artması sonucunda yüksek askeri okullara verilen önemin de artması doğaldı. Gerçekten bu dönemde askeri okullara sivil bürokrat yetiştiren okullardan daha çok önem verilmiştir. Askerî bürokrasinin bu önemi bütün Genç Türk dönemi boyunca devam etti. Bu durumun başlıca üç nedeni vardır. Bir kere, sivil hükümetler devletin kötüye gidişini durduramamışlar ve parçalanmayı engelleyememişlerdi, ikinci olarak, Osmanlı devleti 1911 yılından sonra ardı arkası kesilmeyen savaşlar içine çekilmiş, bu da askeriyenin etkisinin artmasına yol açmıştı. Üçüncü olarak, bu dönemde Osmanlı devletinin en büyük dostu, yatırım ve kredi kaynağı, askeri danışmanı olan Almanya'nın askeri geleneği de Osmanlı siyasal sistemini etkilemiş ve askeri bürokrasinin yükselmesine yardım etmiştir (Heper, 1974: 84-5).
1908 Haziranında İngiliz ve Rus monaklarının Reval'de buluştukları ve Boğazlar, İstanbul ve Makedonya'nın geleceği konusunda görüşmeler yaptıkları haberinin yayılması, İttihatçıları harekete geçiren en önemli olay oldu. Daha önce değinildiği gibi, İngiltere 1878 düzenlemesi ile niyetinin ne olduğunu sezdirmiş, bundan sonraki davranışlarıyla da, başka bir devletle Osmanlı devleti aleyhine anlaşabileceğini açıkça belli etmişti. Dolayısıyla, imparatorluğun parçalanma tehlikesi her geçen gün artıyor, İngiltere de, Avrupa'daki Alman tehlikesine karşı Rusya'ya yaklaşıyordu. Böylesine tehlikeli bir durumda, İttihatçılara göre, Osmanlı devletinin başında parlamenter, yani seçim yoluyla iktidara gelecek güçlü ve sağlam bir hükümetin bulunması son derece önem kazanmıştı. Çünkü, özellikle Balkanlar'dan, şikayetlerini Kendilerinin ifade edebilecekleri temsilcilerin İstanbul'daki parlamentoya gelmeleri, reformlar yapılması yönünde Avrupa devletlerinin baskılarını azaltabilir, güçlü bir hükümet de bu baskılara karşı koyabilirdi, işte, bu düşüncelerle hareket eden Trakya ordularının artan baskısı karşısında, II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 tarihinde anayasayı yeniden yürürlüğe koyarak II. Meşrutiyet dönemini açmıştır.
Gerçekte, ittihat ve Terakki hareketi, 19. yüzyıl boyunca artan azınlık faaliyetlerine, bu ulusların imparatorluktan ayrılmaları sürecine ve Avrupa devletlerinin gerek ekonomik ve gerekse siyasal müdahale ve denetimine karşı, imparatorluk içindeki Türk unsurunun, o zaman bu kadar açık bir biçimde ortaya konmasa da, üstülük mücadelesi olarak değerlendirilebilir. Zaten, ulusçu niteliği de buradan kaynaklanmaktadır.
İttihat ve Terakki iktidara ağırlığını koyduktan sonra, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin de belirli azınlık gruplarının ekonomik ve siyasal ağırlıklarına karşı, bu türde üstünlüğe tam olarak sahip bulunmayan Almanya'ya kaymıştır. Bu devletin desteği ile de, hemen hemen her fırsatta, kapitülasyonları kaldırmaya çalışmıştır. Ayrıca, Grek yarımadasının imparatorluk ticaretindeki üstün durumuna son vermek için etkili sayılabilecek bir boykota başlamıştır, örneğin, Makedonya demiryolunun Grek yarımadasındaki şebekeye bağlanmasını engelleyerek, bu devletin Osmanlı devletine karşı gelişme ve genişlemesini önlemeye çalışmıştır. Kapitülasyonlar, I. Dünya Savaşı'nın ilk aylarında Osmanlıların tarafsız tutumlarından yararlanmak istemeleriyle ve 9 Eylül 1914 tarihli hükümet kararnamesi ile kaldırılacaktır (Landen, 1970: 187-9). Bu karan hemen hemen bütün Avrupa devletleri protesto edecek, Almanya ile Avusturya ise Osmanlı devleti Merkezi Devletlere katıldıktan sonra artık sesini çıkarmayacaktır. Savaş sırasında Osmanlı devletinde faaliyetini bir tek Amerika konsoloslukları sürdürecek ve onlar da ABD'nin 1917 Nisanında savaşa itilâf devletlerinin yanında katılmasıyla kapatılacaktır. Kapitülasyonlar, Osmanlı devletinin yenilmesi ve İstanbul hükümetinin imzaladığı Sevres barışı ile yeniden canlandırılmak istenecek ve Türkiye Cumhuriyeti bunlardan kurtulmak için de mücadele verecektir. Kapitülasyonları sona erdirme mücadelesi, başlangıcında, Osmanlının kendini Avrupa üstünlüğüne karşı savunması olarak kabul edilse bile, 1914 yılına gelindiğinde, yükselen Türk ulusçuluğunun önde gelen belirtisi sayılmalıdır.
Ancak, ne yazık ki, İttihat ve Teraki'nin bu yöndeki faaliyetleri, Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya Savaşlarının karışık ve son derece sıkıntılı günleri içinde başarılı sonuçlar vermeyecektir. Genç Türkler, 1908 yılında I. Abdülhamit'i devirdikleri zaman, Osmanlı ekonomisi tam anlamı ile iflas etmiş ve ordusu neredeyse çökmüş durumdaydı. Merkezi yönetime karşı Arap ulusçuluğu her geçen gün şiddetleniyor ve Avrupa'nın büyük devletleri, imparatorluğun kesin gözüyle baktıkları nihaî yıkılışından önce, Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağının hesaplarını yapıyorlardı. Bu ölümcül tehlikeye karşı, Osmanlı askerî-sivil bürokrasisi, can havliyle, son bir meşruiyet kaynağı ve toplumu seferber edebilecek bir güç aradılar. Bu da Türk ulusçuluğuydu. Ancak, çok kısa bir süre sonra, ittihatçılar kendilerini Almanya tarafından körüklenen bir Pan-Turanism akımı içinde buldular. Bu akım, ittihat ve Terakki'nin 1. Dünya Savaşı'na katılmasında önemli nedenlerden biri oldu; bu savaş sonunda ve Türk ulusal kurtuluş savaşının siyasal programı içinde gerçekçi bir seçenek olarak geçerliliğini yitirdi (Sunar, 1974: 55).