> 1 <
Kırık Link Bildir! #87503 11-07-2006 16:57 GMT-1 saat
Batıl inançlara genelde düşük eğitimli kişilerde rastlanır. Ama daha iyi eğitim alan kesimlerde de kimi konularda batıl inançlara, temelden yanlış bilgilere rastlarsınız.
Bu yazıda size bilgisayar sektöründe çok sık rastladığım bazı batıl inançlardan söz edeceğim.
İlkönce bu batıl inançları sıralayalım sonra da tek tek açıklayalım:
Batıl İnanç 1: SCSI, IDE'den iyidir.
Batıl İnanç 2: Topraklama yapılmazsa cihazlara zarar gelir.
Batıl İnanç 3: Broadcast kötüdür çünkü fazla trafik yaratır.
Batıl inanç ve davranış 4: Bir iletişim kutusunda önce Apply sonra OK
düğmelerine basmak gerekir.
Batıl inanç 5: Monitörler fazla miktarda radyasyon yayar, bu radyasyonu engellemek için ekran filtresi kullanmak gerekir.
Batıl İnanç 6: Ağ protokolleri arasında iş bölümü vardır.
Batıl İnanç 7: Virüsleri yazanlar antivirüs yazılımı üretenlerin ta kendisi.
Batıl İnanç 8: Microsoft yalnızca iyi pazarlama yaptığı için bir numara olmuştur.
Batıl İnanç 9: Microsoft�un ürünleri güvenli değildir.
Batıl İnançlar 10: Microsoft�un yazılımcıları iyi değildir, iyi yazılım üretemezler.
Batıl İnanç 11: Türkiye�de bize bir Bilişim Bakanlığı lazım.
Batıl İnanç 12: Türkiye�de bilişim sektörünün devlet tarafından desteklenmesi gerekiyor.
Batıl İnanç 13: Bilişimin gelişmesi için teknoparkların sayısının artması gerekiyor.
SCSI sabit diskler IDE sabit disklerden iyidir.
SCSI ve IDE spesifikasyonları, sabit disklerin bilgisayarın diğer birimleriyle iletişimini düzenler, yani, birer arayüzdürler (interface).
SCSI sabit diskler daha pahalıdır, kendilerine özgü kontrol kartları gerektirirler. IDE sabit diskler ise çok ucuzdur, özel IDE kontrol kartlarına gerek duymazlar çünkü her anakartta 2 adet IDE çıkışı bulunur. Bu çıkışlara toplam dört adet IDE cihaz bağlanabilir.
Yaygın kanı SCSI'lerin daha yüksek performanslı ve daha güvenilir olduğu yönündedir. Sunucu bilgisayarlarda hep SCSI kontrol kartları ve SCSI sabit diskler istenir.
Bu yaygın kanı tipik bir batıl inançtır. Nedenini açıklayayım.
Arayüzlerini bir kenara bırakırsak sabit diskler çılgınca bir hızla dönen plakalardan ve bu plakalara kaydedilmiş verileri okuyan kafalardan oluşur. Bilgisayara elektrik verilir verilmez sabit diskin plakaları dönmeye başlar ve eğer enerji tasarrufu yapan bir işletim sistemi kullanılmıyorsa kapatılana kadar hep aynı hızda döner durur. Bir sabit diskin performansını temel olarak plakaların dönüş hızı belirler. Dönüş hızının birimi rpm'dir (round per minute: dakikada dönüş sayısı). Tipik rpm değerleri 5400, 7500 ve yeni sabit disklerde de 10000'dir. Yani, şu anda alabileceğiniz en kötü sabit diskin plakaları dakikada tam 5400 kez dönmektedir.
Sabit disklerin arayüzleri sabit diskin elektromekanik yapısıyla doğrudan bağlantılı değildir. Yani, sabit disk üreten bir firma ürettiği herhangi bir sabit diskin arabirimini SCSI de yapabilir, IDE de yapabilir.
SCSI'nin IDE'ye göre performansını ölçmenin en iyi yolu aynı üreticiden çıkan, aynı rpm'e ama farklı arayüzlere sahip (SCSI ve IDE) disklerin performansını karşılaştırmaktır. Böyle bir test PC Magazine dergisince yapılmıştır ve sonuçları 1993 yılının Temmuz sayısında yayınlanmıştır (sayfa 202). Bu test sonucuna göre aynı rpm'e sahip sabit diskler arasında en iyi performans IDE disklerde elde edilmektedir.
Bu niye böyle olmaktadır? Bunun temel nedeni IDE'nin çok daha basit bir spesifikasyon olmasıdır. Bilgisayarda basit sözcüğü herzaman yüksek performans anlamına gelir. Bir şey ne kadar basitse o kadar yüksek performanslıdır, ne kadar karmaşıksa performansı da o kadar kötüdür.
IDE basit olduğu için sabit disk işlemleri sırasında işlemcinin üzerine büyük bir yük biner: Sabit diskin yapacağı herşeyi işlemci tek tek belirtmek zorundadır.
SCSI ise karmaşık ve daha akıllı bir sistemdir. Sabit diskle ilgili bir işlem yapılacağı zaman işlemci genel olarak komutu verir, gerisini SCSI kontrol kartı halleder.
Peki, SCSI'nin daha yüksek performanslı olduğu inancı nereden kaynaklanıyor?
Bunun nedeni sabit disk firmalarının ürettikleri en hızlı sabit disklerin arabirimini ilk başta SCSI yapmalarıdır. Bu niye böyledir? Bunun da tarihsel bir nedeni var: IDE, yakın zamana kadar çok geri bir arabirimdi, sabit diskte yüksek kapasitelere izin vermiyordu, daha yerine oturmamıştı. SCSI ise çok daha eli yüzü düzgün, durmuş-oturmuş bir arayüzdü. Bu yüzden en yüksek kapasiteli diskler hep SCSI arabirim kullandılar. Bilgisayar uzmanları buna alıştılar, en yüksek kapasiteli (ve her zaman daha yüksek rpm'li) sabit diskleri SCSI'den bekler oldular. Bu sefer sabit disk firmaları da onların beklentilerine uygun davrandı ve en yüksek rpm'li disklerini hep SCSI arabirimli olarak çıkardı. Bu birbirini besleyen süreç devam etti.
Yukarda IDE'nin yüksek performansını açıklarken SCSI sistemlerin bir avantajını da açığa çıkardık: SCSI'li sistemler işlemcinin üzerinden önemli bir yükü kendi üzerlerine almaktadırlar. Yani, SCSI'li sistemlerin CPU kullanım oranı düşüktür. Bu da sunucu bilgisayarlarda önemli bir özelliktir. Yardımcı devrelerin CPU kullanım oranı ne kadar düşükse sunucu o kadar rahat edecek ve asli işi olan ağ üzerindeki kullanıcılara hizmet işini o kadar iyi yapacaktır. Sırf bu nedenle bile sunucu bilgisayarlarda SCSI kullanılabilir. Ama bu avantaj da aslında tek başına SCSI'yi Search Engineçmek için yeterli değildir. Çünkü şu anda kullanılan işletim sistemlerinin hepsi mükemmele yakın bir sabit disk kaşesi kullanırlar. Bu kaşe sayesinde sabit diske erişim minimuma indirilmiştir. İşlemci genelde sabit diskle pek uğraşmaz, istediği bilgi kaşeden yani, RAM bellekten gelir. Hal böyle olunca sabit diskle ilgilenme sırasında CPU kullanım oranı yüksek olsa da çok farketmez: İşlemci sabit diske erişirlken meşgul olacaktır ama bu çok çok kısa sürecektir. Eee, o kadar da meşgul olsun.
SCSI'li sistemlerin önemli bir dezavantajı vardır: Çok sorun çıkarırlar. SCSI'nin nimetlerini saya saya bitiremeyenlerin hemen hepsi SCSI ile ilgili birçok sorunla karşılaşmıştır. En büyük sorun SCSI kontrol kartlarıyla SCSI sabit diskler arasında çıkmaktadır: Bir SCSI kontrol kartı şu sabit diskle çalışır da bununla çalışmaz ya da tam tersi olur. IDE'de ise bu konuda ne kendim bir sorun yaşadım ne yaşayan duydum.
Topraklama yapılmazsa cihazlara zarar gelir.
Bilgisayar sektöründe en yaygın batıl inançlardan birisi de topraklama yapılmazsa cihazların zarar göreceği şeklindedir.
Bilgisayarla ilgili herhangi bir cihaz ya da parça (özellikle network kartı ve anakart) arıza yaparsa satıcı firmalar ilk olarak topraklamayı araştırır, bu konuda müşterisine güzel bir fırça çeker, bütün cihazlar topraklanır ve hem satıcı hem de alıcı taraf bir daha arıza çıkmadığı konusunda yemin billah ederler.
Ama yukardaki bu durumun tersine topraklama cihazı korumaz: İnsanı korur. Evinizdeki buzdolabının da, işyerinizdeki bilgisayarınızın da topraklı hatlarla beslenmesinin tek bir nedeni vardır: Sizi korumak. Buzdolabını ya da bilgisayarı değil, sizi korumak.
Peki, bu niye böyledir?
Topraklama dediğimiz şey cihazın şasesinin, yani kasasının, yani insan tarafından ellenebilecek kısmının bir telle toprağa bağlanmasıdır. Bu sayede eğer cihazın içindeki, normalde kasaya dokunmayan elektrik aksamı bir şekilde arıza yapar da elektrik akımı kasaya geçerse kasa üzerinden toprağa akacak, kasaya dokunan insana zarar vermeyecektir. Hepsi bu kadar.
Peki, topraklama yapılmazsa ne olur? Bir arıza durumunda, kasaya akım geliyorsa ve bu kasayı bir insan elliyorsa çarpılacaktır. Buraya dikkat edin: Topraklama yapmamak kendi başına bir arızaya neden olmaz. Bir arıza olduğunda topraklama yoksa insanlar zarar görebilir. "İnsanlar zarar görür" bile diyemiyoruz, "zarar görebilir" diyoruz çünkü her arıza sonucunda da elektrik akımı kasaya geçecek diye bir kural yok.
Peki niçin satıcı firmalar topu hemen topraklamaya atıyorlar? Çünkü kolaylarına geliyor bir, olayı onlar da bilmiyor iki.
Broadcast kötüdür çünkü fazla trafik yaratır.
Bir diğer batıl inanç ve yanlış bilgi de bilgisayar ağları üzerindeki brodacast trafiği konusunda.
İlkönce broadcast nedir onu açıklayalım.
Bir ağ üzerinde mesajlar bir bilgisayardan başka bir bilgisayara üç şekilde yollanabilir: Directed (Doğrudan), Broadcast (Herkese) ve Multicast (birden fazla hedefe ama herkese değil). Multicast yeni bir kavram, pek kullanımı da yok, onun için tartışma dışında tutulabilir.
Directed mesajlar bir bilgisayardan başka bilgisayara gider.
Broadcast mesajlar bir bilgisayardan bütün bilgisayarlara gider.
Genel olarak bir işi yapmak için broadcast mesajlar kullanmak yerine doğrudan mesajlar kullanmak isteriz. Buraya kadar herkes hemfikir. Ama niye böyle isteriz, işte burada bir batıl inaç var:
Broadcast yerine directed mesaj kullanımının nedenini sorduğunuzda on kişiden hemen hemen onu da aynı şeyi söyler: Broadcast daha fazla trafik üretir.
Bu açıklamanın gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yok. Broadcast trafiğinden mümkün mertebe kaçınmak istiyoruz ama bunun nedeni aynı işi yaparken broadcast'in daha fazla trafik üretmesi değil. Başka bir şey. Aşağıda bu nedeni açıklayacağım. Ama önce bir örnekle broadcast'in daha fazla trafik üretmediğini göstereyim:
Örneğimiz Microsoft işletim sistemlerini ve network protokolü olarak TCP/IP'yi kullanan bilgisayarların isim-IP çözümlemeleri üzerine. Bildiğiniz gibi her bilgisayarın 15 karaktere kadar çıkabilen bir ismi bulunur ve haberleşme sırasında bu ismin IP adresine çevrilmesi gerekir. Bu iş iki türlü yapılır: Ya broadcast mesajlar yardımı ile ya da doğrudan.
İsim-IP çözümlemesi brodcast ile yapılırken ismine karşılık IP adresi istenen bilgisayarın ismi broadcast yapılır, yani soran bilgisayar bağırır: "Bu isme sahip bilgisayarın IP adresi nedir?" şeklinde. O isimde bir bilgisayar bulunuyorsa o da benim IP adresim şudur şeklinde bir yanıt gönderir. Bu işlem yani, soru-yanıt işlemleri tam tamına 196 byte'lık trafik üretir.
İsim-IP çözümlemesi doğrudan yapılacaksa ortada bir merkezi bilgisayar bulunmalı, bilgisayarların isimleri ve IP adresleri bu bilgisayarda kayıtlı olmalıdır. Bu görevi üstlenen bilgisayar WINS sunucudur. Yukardaki örnekte bir isme karşılık IP adersi öğrenmek isteyen bilgisayar kayıtların saklı olduğu WINS sunucuya başvurur (broadcast değil doğrudan yayınladığı bir mesajla). WINS sunucu da ona istenilen bilgiyi verir. Bu işlem de tamtamına 196 byte'lık trafik üretir.
Biz yaratılan trafik aynı olmasına karşın ikinci Search Engineçeneği yeğleriz. Hatta ve hatta ikinci Search Engineçenekte yaratılan trafik biraz daha fazla olsaydı bile ikinci Search Engineçeneği yeğlememiz gerekirdi. Niye?
Broadcast bir mesaj yayınladığında bu mesajı ağ üzerindeki bütün bilgisayarlar alırlar. Örnekteki gibi bir isim-IP bilgisi soruluyorsa mesajdaki ismi kendi isimleriyle karşılaştırırlar. Eğer sorulan isim kendi isimleri değilse mesajı çöpe atarlar. Bu, her bir bilgisayarın bir süreliğine de olsa meşguliyeti demektir. Bu meşguliyet çok kısa bir an için söz konusudur. Ama isim-IP çözümleme işleminin değişik zamanlarda değişik bilgisayarlar tarafından hep yapıldığını hesaba katarsanız bu meşguliyetin anlamlı yükler anlamına geldğini görürsünüz.
Halbuki isim-IP bilgisi bir WINS sunucudan doğrudan alınsaydı yalnızca o WINS sunucu meşgul edilecekti. Diğer bilgisayarlar meşgul olmayacaktı. İşin özü budur. Broadcast mesajları bu yüzden istemeyiz: Fazla trafik yarattığı için değil, diğer bilgisayarları boşu boşuna meşgul ettiği için.
Bir iletişim kutusunda önce Apply sonra OK düğmelerine basmak gerekir.
Bilgisayarımızda herhangi bir ayarı değiştirmek istediğimizde karşımıza bir iletişim kutusu (dialog box) çıkar. Bu kutuda ayarımızı yaparız ve yaptığımız değişikliği devreye almak için Apply (Uygula) ya da OK düğmelerinden birine basarız. Apply düğmesi ayar değişikliğini devreye alır ve bizi iletişim kutusunda bırakır. Böylece o iletişim kutusunda başka şeyler yapabiliriz. OK düğmesi ise ayar değişikliğini devreye alır ve iletişim kutusunu kapatır. Buraya kadar her şey normal. Batıl inanç daha doğrusu batıl davranış ise şu: Bilgisayarla uğraşanların çoğu (buna profesyonel şekilde uğraşanlar da dahil) herhangi bir değişiklik yaptıklarında önce Apply düğmesine basıyorlar, hemen sonra da OK düğmesine basıp çıkıyorlar. Peki, madem bir değişiklik yapılıp o iletişim kutusundan çıkılacak, doğrudan OK düğmesine basılamaz mıydı? Basılabilirdi. Ama günümüzün en yaygın batıl inancı olarak insanlar önce Apply sonra OK düğmesine basılmazsa sorun çıkacağına inanıyorlar ve düzenli olarak iletişim kutularını Apply-OK düğmelerine basarak kapatıyorlar. Böyle yapmak zararlı değil, sonuçta yanlış bir iş yapmıyoruz. Ama bunu yapmak gerekli de değil. O zaman yapmasak daha iyi olur.
Monitörler fazla miktarda radyasyon yayar, bu radyasyonu engellemek için ekran filtresi kullanmak gerekir
Çok sayıda firma monitörlerde kullanmak üzere ekran filtreleri üretiyor ve pazarlıyor. Bu filtreleri satmak için de gerçek dışı iddialarda bulunuyorlar. Onların iddialarına göre monitörler bizlere zarar verecek miktarda radyasyon yayıyorlar. Bu radyasyon ise yalnızca onların ürünleriyle azaltılabilir. Bu iddialar gerçek dışı. Neden mi?
Monitörlerden yayılan radyasyonun etkileri konusunda çeşitli araştırmalar yapıldı. Bu araştırmaların sonunda monitörden yayılan radyasyonun hastalıklara yol açtığı gösterilemedi. Üstelik ne olur olmaz denilerek monitörlerden yayılan radyasyonu daha da azaltmak için kurallar koyuldu. Şu anda monitörlerden son derece az radyasyon yayılıyor.
Peki, ekran filtresi kullanmayalım mı? Ekran filtrelerinin birincil kullanım amacı gözü rahatlatmaktır. Eğer monitöre bakarken gözünüz acıyorsa, sulanıyorsa bir ekran filtresi kullanmak yararlı olacaktır.
Ekran filtrelerinin bir diğer kullanım amacı da ekran üzerinde statik elektrik birikimini engellemektir. Filtreden çıkan bir tel toprağa bağlanır, böylece ekran üzerindeki statik elektrik toprağa akar. İyi de statik elektrikten niçin kurtulmak istiyoruz? Statik elektrik toz parçacıklarını kendine çeker ve monitör sürekli tozlanır. Statik elektrik toprağa akıtılırsa toz parçacıkları da monitöre çekilmez.
Ağ protokolleri arasında iş bölümü vardır
Ağ protokolleri (NetBEUI, IPX/SPX ve TCP/IP gibi) bilgisayarların bir ağda birbirleriyle görüşebilmesini sağlar. Bu protokoller insanlar arasındaki dillere benzer. Bilgisayarlar birbirleriyle iletişime geçebilmek için ortak protokoller kullanmalıdırlar. Örneğin, bir bilgisayarda protokol olarak NetBEUI, diğer bilgisayarda TCP/IP protokolü yüklü ise bu bilgisayarlar birbirleriyle iletişime geçemezler (İnsanlarda da böyledir: Bir insan Fransızca, diğeri Türkçe konuşuyorsa anlaşamazlar. Anlaşabilmek için ikisinin de konuşabildiği bir dili kullanmalıdırlar). Şöyle bir batıl inanç var: İnternet�e bağlanmak için bilgisayarlarda TCP/IP protokolü bulunmalıdır, Network Neighborhood�da bilgisayarların birbirini görmesi içinse NetBEUI ya da IXP/SPX protokolünün bulunması gerekir. Tamamıyla yanlış bir inanç. Protokoller arasında bir iş bölümü yok. Örneğin, TCP/IP hem İnternet�e bağlantı için hem de bilgisayarların yerel ağda birbirlerini görmeleri için kullanılabilir. Peki, bu batıl inanç nereden kaynaklanıyor? Bu inancın kökeni TCP/IP�nin yapılandırmasının zor olmasından kaynaklanıyor. IP adreslerinin yanlış verilmesi, hatta subnet maskesinin yanlış verilmesi yerel ağdaki bilgisayarların birbirine ulaşamamasına, birbirlerini görememesine neden olur. Böyle bir durumda NetBEUI protokolünün yüklenmesi mucizevi şekilde bilgisayarların birbirlerini görmesini sağlar, çünkü NetBEUI�nin yapılandırılabilir bir parametresi yoktur, yüklediğinizde çalışmaya başlar. Bu da �TCP/IP yükledim, bilgisayarlar birbirlerini görmedi, NetBEUI�yi yükledim hemen birbirlerini görmeye başladılar� cinsinden saptamalara neden olur. TCP/IP�yi doğru yapılandırırsak hem bilgisayarların birbirini görmesini, hem de İnternet�e çıkışı sağlamış oluruz. Peki, TCP/IP�yi nasıl doğru bir şekilde yapılandıracağız? Basit bir kural olarak bilgisayarlara ardışık IP adresleri ve hep aynı subnet maskesini girin. Örneğin, üç makinemiz olduğunu varsayalım. Birinci makinenin IP adresi 10.0.0.1, ikincisinin IP adresi 10.0.0.2, üçüncüsünün IP adresi 10.0.0.3 olsun. Üç makinenin subnet maskesi de aynı olsun (örneğin, 255.0.0.0 ya da 255.255.0.0 gibi). Bu durumda makineler birbirlerini sorunsuz şekilde görürler.
Virüsleri yazanlar antivirüs yazılımı üretenlerin ta kendisi
Düzeltmekten bıktığım bir batıl inanç bu. Bilgisayar konusunda bir şey bilmeyenler de, bir şeyler bilenler de hep aynı şeyi söylüyorlar: Adamlar para kazanmak için önce virüs yazıp ortalığa salıyorlar, sonra da bu virüsleri temizleyen yazılımları üretip para kazanıyorlar. Böyle bir şey yok arkadaşlar! Bu iddia tamamen saçma ve gerçek dışı! Virüs yazılımı üretmek uygar ülkelerde büyük ve çok ciddi bir suç. Virüs yazan kişi ya da firmalar yakalandıklarında hayatları karartılıyor. Şu ana kadar dünyayı kasıp kavuran virüslerin (Çernobil, Melissa vBulletin.) yazarlarının çoğu yakalandı ve hapse mahkum oldu. Uygar ülkelerde antivirüs üreticisi firmaların virüs ürettiğine dair bir ima bile yok. Virüsleri, anrivirüscülerin ürettiği iddiası ancak ülkemizdeki insanların kafa yapısını yansıtıyor: Kötü düşüncelerle ve komplo teorileri ile dolu kafalara sahip olduğumuz için virüslerin arkasında da bir komplo arıyoruz.
Microsoft yalnızca iyi pazarlama yaptığı için bir numara olmuştur
1975 yılında kurulan Microsoft�un şu anda dünyanın en büyük yazılım firması ve borsa değeri en yüksek firmalardan birisi olması herkesi şaşırtmaktadır. Bu durumu açıklamaya çalışanlar genelde Microsoft�un en önemli özelliğinin iyi pazarlama yapması olduğunu söylerler. Onlara göre aslında Microsoft�un ürünleri kötüdür, en çok da vasattır ama Microsoft�un pazarlama taktikleri sayesinde Microsoft bunları en yaygın kullanılan ürünler durumuna getirmiştir.
Doğrudur, Microsoft pazarlama alanında çok güçlüdür. 1990 yılında Windows 3.0 için, 1995 yılında Windows 95 için yürüttüğü tanıtım ve pazarlama kampanyaları sektörün en büyük, en pahalı kampanyalarıdır. Ama pahalı kampanyalarla yanlış bir ürünü ne kadar satabilirsiniz ki? Microsoft bir numara çünkü ürünleri iyi ve pazarlaması iyi. Bu ikisinin hep bir arada olması gerek. İyi pazarlama yapamazsanız iyi bir ürünü satamazsınız. Kötü bir ürünü de ne kadar iyi pazarlama yaparsanız yapın yine belli bir miktardan fazla satamazsınız. Ayrıca Microsoft iyi pazarlama yaparken rakiplerinin niçin iddia edildiği gibi çok daha iyi ürünleri iyi pazarlayamadığı ayrı bir merak konusudur.
Microsoft�un ürünleri güvenli değildir
Piyasada Microsoft�un ürünlerinin güvenli olmadığı, Linux ve UNIX işletim sistemleriyle bu işletim sistemleri üzerinde çalışmakta olan ürünlerin daha güvenli olduğu yönünde bir inanç var. Bu da bir batıl inanç. Yapılan testler bütün işletim sistemlerinde çeşitli açıklar bulunduğunu ortaya çıkıyor. Bu açıklar kapatıldığında bütün işletim sistemleri hemen hemen aynı oranda güvenli oluyorlar. Örneğin, bu yakınlarda ortaya çıkan SQL Server solucanı Microsoft�un aylar öncesinde bulup önlemini de aldığı bir açığa dayanıyordu. Microsoft�un bültenleriniz izleyip en son yamaları yükleyenler bu solucandan etkilenmediler.
Microsoft�un ürünleri daha güvensiz görünüyordu çünkü en yaygın ürünler bunlardı. Hacker�lar ve virüs üreticileri de bu ürünleri hedef alıyordu. Linux�un yaygınlaşmasıyla birlikte Linux da bu kesimin hedefi haline geldi. Biraz araştırma yapınca Linux için üretilmiş virüsleri ya da saldırıları bulabiliyoruz. Bunların sayısı halen çok değil çünkü bütün patırtıya karşın Linux halen Microsoft işletim sistemleriyle karşılaştırılabilir yaygınlıkta değil. Ayrıca Linux�un en büyük avantajı olan açık kodlu mimari aslında virüs üreticileri ve hacker�lar için de büyük avantaj sağlıyor. Öyle ya, işletim sisteminin ve programların kodunu görebilen kötü niyetli bir kişiyseniz o ürünleri anlayıp onlara yönelik daha yıkıcı virüsler üretebilir, daha yıkıcı saldırılar planlayabilirsiniz. Sonuç olarak Microsoft ürünleri de diğer ürünler kadar güvenlidir diyebiliriz.
Microsoft�un yazılımcıları iyi değildir, iyi yazılım üretemezler.
Bu da Türkiye�deki yaygın inançlardan birisi. Bu iddianın da aslı astarı yok. Microsoft�ta şu anda dünyaca ünlü yazılımcılar bulunuyor. Bir tanesi Richard Rashid. UNIX dünyasında çok bilinen Mach işletim sisteminin en önemli tasarımcılarından birisi. Diğeri Dave Cutler. Digital Eqipment�da ondan fazla işletim sisteminin yazımında bulunmuş birisi. Microsoft tarafından ilk sürümü 1993 yılından çıkartılan Windows NT işletim sisteminin baş tasarımcısı. Bir başkası, ilk grafik arayüzlü işletim sistemlerinden birisinin tasarımında bulunan ve değişken adlarının yazımı için Hungarian notation (Macar kuralı) şeklinde bir ekol oluşturan Charles Smonyi. Bu üçü yalnızca bir örnek. Microsoft, genç ve yaşlı çok sayıda dahi programcıyı barındırıyor. Bu yazılımcılar görülmemiş bir hızla en üst kalitede yazılımlar üretiyorlar.
Türkiye�de bize bir Bilişim Bakanlığı lazım
Yeni hükümetin Search Engineçim öncesi vaadlerinden birisi bakanlıkların sayısının azaltılacağı yönündeydi. Toplumumuzda çok sayıda kişi bakanlıkların sayısının azaltılması gerektiğini düşünüyor. Bu düşünce bir tek bilgi işlem çalışanları tarafından paylaşılmıyor. Bu sektördeki insanlar sürekli olarak bir Bilişim Bakanlığı rüyası görüyorlar. Devletin çeşitli kademelerinde birbirinden bağımsız olarak götürülen bilgi işlem projelerinin böyle bir bakanlık sayesinde eşgüdümlü olarak yürütüleceği iddia ediliyor. Bense �iyi ki öyle bir bakanlık yok, iyi ki işler eşgüdümsüz ilerliyor� diye düşünüyorum. Böyle bir bakanlığın kurulduğunu düşünün: Bir bakan atanacak, bakan kendi bürokrasi kadrosunu oluşturacak, bu kadro sürekli olarak yeni bir bina ve daha iyi maaş koşulları isteyecek, devletteki en küçük proje için bu bakanlıktan onay beklenecek. Bu bakanlık bitmez tükenmez �Bilişim Master Planı� toplantıları, kurultayları düzenleyecek vs. vs. Bilişim şimdiki kadar bile ilerlemeyecek. Tanrı bizi böyle bir bakanlıktan korusun.
Türkiye�de bilişim sektörünün devlet tarafından desteklenmesi gerekiyor
Bilişim sektörü masrafsız bir sektör. Bir yazılım mı üreteceksiniz; bir bilgisayar, bilgi ve çokca çalışma yeter. Bir ürün mü üreteceksiniz; bir bilgisayar, bilgi, bir miktar elektronik komponent ve çokca çalışma yeter. Yazılım firmaları Microsoft, Borland böyle kuruldu. Donanım firmaları HP ve Apple böyle kuruldu. Ama gelin görün ki yine sektörümüzde tam tersi bir inanç var. Herkes ille de bu sektör devlet tarafından desteklensin istiyor. Çok zengin devletler bile böyle bir destek vermezken bizim devletimizden böyle bir destek istenmesi garip.
Bilişimin gelişmesi için teknoparkların sayısının artması gerekiyor
Bilişim sektörünün başını çeken AB ve Japonya�da teknopark diye bir şey yok. Teknopark kavramı bilişim devriminin gerisinde kaldığını düşünen devletlerde ortaya çıkan bir kavram. Biz de onların kuyruğuna takılarak çok sayıda teknopark kurmaya giriştik ve daha fazla teknopark kurulmasını istiyoruz. Teknoparkları savunanlara göre teknoparklar, yaratıcı düşünceye sahip ama parasal olarak yeterli kaynaklara sahip olmayan firmalara ev sahipliği yapacak. Ancak Türkiye�de halen var olan teknoparklarda olan bu değil. Teknoparklar vergi yönünden büyük avantajlar içeriyorlar ve bu yüzden teknoloji üretmeyen, bildik ticari faaliyetler yürüten firmalar teknoparklara hücum ediyor. Hatta firmaların önemli bir kısmı bu teknoparklardan küçük yerler kiralayıp vergi avantajlarından yararlanmayı Search Engineçiyorlar. Bu tür firmalar teknoparklarda görünüyor ama aslında bambaşka yerlerde faaliyet gösteriyorlar. Bu durumlarıyla teknoloji geliştirmedikleri gibi kendi alanlarından faaliyat gösteren ve teknoparkta bulunmayan firmalara karşı haksız rekabet içinde bulunuyorlar.
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu