Bugünkü Fatih Camisi'nin altında I. Konstantin'in mezarı vardı. Fatih, "Roma İmparatoru" hayali ile burayı istiyordu, cenazesini kokuttuk.
Bugün, Fatih Sultan Mehmed'in türbesinin de bulunduğu Fatih Camii'nin yerinde fetihten önce İstanbul'un ilk Hristiyan mâbedi olan "Havariyun Kilisesi" vardı ve İstanbul'un kurucusu olan Roma İmparatoru Birinci Konstantin'in mezarı da bu kilisedeydi. Fatih, ismini taşıyan caminin bu kilisenin yerine inşa edilmesini ve öldüğünde de aynı caminin avlusuna defnedilmeyi istemiş; böylelikle Konstantin ile aynı mekânda yatarak çocukluğundan beri taşıdığı "Roma İmparatoru" hayalini hakikat yapmaya çalışmıştı..
Nisan yağmurları İstanbul'a 1800'lerin sonunda her zamankinden fazla yağmış, şehri seller götürmüş, Fatih tarafları göle dönmüş ve her tarafı su basmıştı. Selin hemen ertesi günü, Fatih semtinin sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece halkın ruyasına girmiş, "Boğuluyorum, beni kurtarın" demiştir. Tahtta, İkinci Abdülhamid vardır ve hükümdar dedikodulardan ânında haberdar olmuştur. Abdülhamid, amcası Sultan Abdülâziz'in damadı Şerif Paşa ile Fatih ve Aksaray taraflarının itfaiye kumandanı Mehmed Paşa'yı huzuruna çağırır. Türbeye giderek mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, halkın gördüğü ruyanın doğru olup olmadığını araştıracak ve saraya dönüp rapor vereceklerdir. Hükümdar, paşaları türbeye göndermeden önce göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir. Mehmed ve Şerif Paşalar, Fatih Camii'nin yanıbaşındaki türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazarlar. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar. Kapağı açtıklarında taş bir merdiven görürler. Ellerinde lambalarıyla merdivenden iner ve daha derine uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Dehlize dalar, metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran başka bir mekâna gelirler. Ortada musalla taşına benzeyen bir mermer, mermerin üzerinde de bir işlemeli ağaçtan bir tabut vardır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih'in mumyasını. Yüzü aynen, yaşadığı devirde çizilmiş resimlerindeki gibidir.
PAŞA, YEMİNİNİ TUTMADI
Mumyanın başında dua eden paşalar tabutu kapayıp hayattaki bir hükümdarın huzurundan ayrılırcasına adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, sandukayı yerleştirir ve saraya gidip gördüklerini Abdülhamid'e anlatırlar. Padişah sellerin Fatih'in cenazesine zarar vermemiş olmasından memnuniyet duyar ve Paşalar'a yeminlerini hatırlatıp "Gördüklerinizi unutunuz!"der. Ama, Damad Şerif Paşa yeminini seneler sonra bir tarafa bırakır, hadiseyi 1940'lı senelerde o zamanın meşhur kalem erbabından İbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın Mercan'daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde anlatır ve söyledikleri, o günlerde çıkan bir tarih dergisinde de kısa bir biçimde yayınlanır. Ben, Şerif Paşa'nın bu mumya macerasını, İbnülemin'in konağında o gece yapılan sohbete şahit olanlardan bundan senelerce önce bizzat dinlemiştim. Hükümdarları ve önemli devlet adamlarını mumyalamak, Türkler'de İslamiyet öncesi zamanlardan kalma bir âdetti, birçok Selçuklu sultanının yanısıra Fatih'in oğlu İkinci Bayezid'e kadar bütün Osmanlı hükümdarları mumyalanmıştı. Hükümdarın başkentten uzakta, savaş meydanında can vermesi hâlinde, mumyalama zaten kaçınılmazdı. Fatih Sultan Mehmed de başkentinden uzakta ölmüştü. Yeni bir sefere çıkmak için 1481'in 27 Nisan'ında 300 bin kişilik ordusuyla İstanbul'dan ayrılmış, 3 Mayıs günü Maltepe civarındaki Hünkâr Çayırı'nda hayata veda etmişti.
CENAZE BİR KÖŞEYE ATILDI
Cenaze gizlice Topkapı Sarayı'na nakledilirken vezirleri, hükümdarın Anadolu'da valilik yapan iki oğluna, Şehzade Bayezid ile Cem'e babalarının vefatını haber verdiler ve hemen İstanbul'a gelmelerini istediler. Hükümdarın vefatının duyulması bütün çabalara rağmen önlenemedi ve İstanbul'da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma ediyor, sevmedikleri devlet adamlarını sokak ortasında parçalıyor, devletin büyükleri ise tahta geçecek şehzade konusunda birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Devletin üst düzeyi iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken Fatih'in cenazesinin tahnid edilmesi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması âdeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve cesed koktu. Saray görevlileri, cenazenin vaziyetini ortalığı dayanılmaz bir kokunun sarması üzerine hatırladılar. Fatih bir tabipve hükümdarın baltacılarının kethüdası, yani o zamanın bir çeşid saray muhafızı olan Kasım adındaki bir zat tarafından mumyalandı. Tahta birkaç gün sonra İkinci Bayezid'in geçmesinden sonra, sabık hükümdar için çok büyük bir cenaze merasimi yapıldı ve hükümdarın naaşı, kendi yaptırmış olduğu camiin avlusundaki türbeye defnedildi.
FATİH, ROMA İMPARATORU'DUR
Ancak, Fatih Camii'nin ve türbenin inşa edildiği alanın çok önemli bir başka özelliği vardı: İstanbul'un kurucusu olduğuna ve şehre ismini verdiğine inanılan İmparator Konstantin de, 337'deki ölümünden sonra aynı yere defnedilmişti. İstanbul'da inşa edilmiş ilk Hristiyan mâbedi olan "Havariyun" yani Havariler Kilisesi, bugün Fatih Camii'nin olduğu alanda bulunuyordu. Asırlar boyunca harap hale gelen ve 13. yüzyıldaki Latin işgali sırasında yağmalanan kilise fetih sırasında bir hayalet binayı halindeydi ve Fatih, kendi ismini taşıyacak olan caminin, kilisenin yerine inşa edilmesini, öldüğünde de camiin avlusuna defnedilmeyi istedi. Hükümdarın arzusunun sebebi hâlâ tartışılıyor ve en kuvvetli görüş, Fatih'in kendisini "Osmanlı hükümdarı" değil, "Roma İmparatoru" olarak görmesi ve "Yeni Roma" olan Bizans'ın kurucusu Konstantin ile aynı yerde yatma arzusu. O devirdeki ismi "Diyâr-ı Rum" yani "Roma ülkesi" olan Anadolu ile "Yeni Roma"nın mutlak hâkimi bu sayede fethine meşruiyet kazandırırken, bir yerde de kendisinin "Roma'nın son imparatoru" olduğunu ilân ediyordu. Fatih, ebedi uykusunu bugün bir zamanlar İmparator Konstantin'in defnedildiği mekânda uyuyor. Konstantin'in kemiklerinin kaybolmasının üzerinden asırlar geçti ama Fatih'in mumyalı cesedinin bugün bilinen türbesinde mi, yoksa Abdülhamid'in paşalarının girdikleri dehlizin ucundaki tabutta mı bulunduğu konusu ise hâlâ bir muamma.
İstanbul'un altı, köstebek yuvasını andıran esrarlı dehlizlerle doludur
İstanbul'un altında köstebek yuvasını andıran çok sayıda dehlizin vârolduğu hep bilinip anlatılan bir efsanedir ama bu dehlizlerin çoğunu görme şansını yakalamış az kişi vardır ve bendeniz de o kişilerden biriyimdir. Kilometrelerce uzayıp giden dehlizlerin çökmesini sık aralıklarla inşa edilmiş sütunlar tutar. Duvarlar ve tavanlar Bizans zamanından kalma tuğlalarla örülüdür. Koridorlar, belli bir yerden sonra ufak meydanlara açılır. Bu meydanlar, başka dehlizlerin birleşme noktasıdır. Nereye uzandığını bilmediğiniz bu yeraltı yollarında elimizde ışığın dayanabildiği mesafeye kadar gider, sonra geri dönmek zorunda kalırsınız. Girme şansını bulduğum dehlizlerde çektiğim bazı fotoğrafları bu sayfada yayınlıyorum ama dehlizlerin nerelerde olduklarını söylemeyeceğim. Zira asırlar öncesinden bugünlere sapasağlam kalan bu mekânların kazmalı yahut dedektörlü hazine avcılarının akınına uğrayıp köstebek yuvasına dönmelerinden korkuyorum.