> 1 <
FuRKaN216
Albay
7836 ileti
Yer: lere tükürmeyin tükürülcek o kadar surat varken:D
İş: de bu benim profilim:)
Kayıt: 13-12-2006 18:56
İş: de bu benim profilim:)
Kayıt: 13-12-2006 18:56
Kırık Link Bildir! #161778 29-01-2007 22:27 GMT-1 saat
Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdül-vahhab, dini yaşayışta ortaya çıkan tüm gelenekleri küfür saydı. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini, imanını ameli ile ispatlamayanın canı ve malının helal olduğunu ileri sürüyordu.
Şu yaşadığımız günlerden iki asır doksan dokuz yıl önce, 1703'ün baharında Arab Yarımadası'nın ortasındaki Necid bölgesinde, bugünkü Riyad'a 70 kilometre uzaklıkta, Uyayne kasabasında, bir erkek çocuk doğdu. Yüzyıllar boyu bu yörede yaşayan Beni Teym kabilesinden Süleyman bin Abdülvahhab'ın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan bu çocuğa Muhammed adını koydular.
Muammed bin Abdülvahhab (Abdülvahhab'ın oğlu Muhammed) olgunluk çağında Mekke'ye gitti. Medine'de iki yıl kaldı. Bu sırada İbni Teymiyye'nin (1263-1328) eserlerini okudu ve tesirine girdi. Muhammed bin Abdülvahhab ailece Hanbeli mezhebindendi. Bu yolda bilgilerini ilerletti ve Hanbelî hukuk ve dünya görüşü ile hayat tarzı konusunda mertebe kazandı.
Abdülvahhab dört yıl Basra'da kaldı. Daha sonra Hureymile'ye geldi. Burada Kitab-el Tevhid isimli eserini yazdı. Abdülvahhab bu eserde Kur'an ve Hadis dışındaki herşeyi reddetti. Din'e sonradan sokulan tüm gelenekleri tartışmasız küfür saydı. Bunların er veya geç yıkılacağını ilan etti. Dinin emirlerine uymayanı, bid'atlere sapanı, ibadette kusur edeni Müslüman saymayacağını ileri sürerek gereğinde bu gibilere karşı silah kullanacağını açıkça belirtti. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini ve ameli ile imanını ispatlamayanın, canı ve malının helâl olduğunu açıkladı. Böylece ibadet etmeyen ve ameli zayıf olan kişinin dinden çıkmış sayılamayacağını, sadece kusurlu olduğunu öne süren ehli sünnet anlayışına ters düştü.
"Melekle şeytanı ayıramıyorlardı"
Muhammed bin Abdülvahhab bir Necid'liydi. Arabistan'ın ortasında Medine'nin kuzeyinden Bahreyn'e uzanan bu bölge tarih boyunca doğudan batıya pek çok kavmin gelip geçtiği yerdi. Yörede eski yeni pek çok gelenek birbirine karışmış, birbirini etkileyip çökertmiş ve anlamsız kılmıştı. Sahte ve yalancı peygamberlerin kaynaştığı, sahte kurtarıcıların rahatça cirit attığı bu yerde insanlar abid ile mabud'u karıştırmış, mabud mabede dönmüştü. İnsanoğlu bu ülkede melekle şeytanı ayıramıyor, İmanla küfrü birbirinden farkedemiyordu. Madde ile mânâ çelişkisini bilmez olmuşlardı. İyiliği kötülük, kötülüğü iyilik zannediyorlardı. Yaşamda en büyük felaketin içine düşmüşlerdi.
Muhammed bin Abdülvahhab ve O'nun yolu, böyle bir cenderenin içinden çıktı. O bütün bunları reddetti. Öncelikle, ibadet yeri iken yanlışlıkla put'a dönüşen mezarların ve türbelerin yıkılmasını istiyordu.
İlk yıkılan türbe
Muhammed bin Abdülvahhab Hureymile'de tanındı, az zamanda etrafına pek çok mürid toplandı, ancak kendisine bir fenalık yapılabileceğından kuşku duyan yakınları onu doğduğu şehir Uyayne'ye götürdüler. Muhammed bin Abdülvahhab burada bölgenin emiri Osman bin Hamr bin Muammer'in himayesine girdi. Bu sırada kadılık yapıyor, fetvalar veriyor, davet işine devam ediyordu. Bir süre sonra Emiri, Halife Ömer bin Hattab'ın 634'te Yemame harbinde şehit düşen kardeşi Zeyd'in, Der'iyye ile Uyayna arasındaki el-Cabila isimli köyde bulunan türbesini yıkmak için ikna etti. Zeyd'in türbesi yanında bulunan diğer şehitlerin mezarları ile birlikte yıkıldı, ağaçlar kesildi. Yakınlarda bulunan bir mağaranın girişi tahrip edildi.
İslam dünyasında Vahhabi'lerin ilk yıktıkları türbe ve mezarlık budur. Emire sözünü geçiren Abdülvahhab'ın şöhreti artmıştı. Ancak verdiği sert fetvaları ve aldığı katı kararlarıyle korku ve kuşku uyandırmaya başladı. Halk Necid'in güçlü kabilelerinden Beni Halid'in emirine şikayette bulununca bu kabilenin emiri yardımda bulunduğu Uyayna emiri Osman'dan Abdülvahhab'ı hemen bölgesinden uzaklaştırmasını istedi.
Muhammed bin Abdülvahhab Uyayna'dan ayrılarak Der'iyye'ye geldi. Burada Emir Muhammed bin Suud'la tanışarak O'nun himayesine girdi. Bu karşılaşma ve tanışma daha sonra krallığa dönüşerek ikiyüz elli yıl sürecek ve günümüze kadar ulaşacak Vahhabî-Suudî emirliğinin başlangıcıdır.
Bu tanışma ile Muhammed bin Abdülvahhab fikirlerine, amacına ve siyasi savaşına askeri destek bulmuş, yüzyıllardır çölde yaşayan bir Necid kabilesinin emiri olan Muhammed bin Suud'ta Abdülvahhab'ın desteğiyle pek çok kanlı iç mücadeleler, dalgalanmalar ve kesintiler arasında devamlı şekil değiştirerek iki buçuk asır sonra dünya siyasetinde denge unsuru olacak bir devlet görüşünün temelini atmıştı.
SUUDİ DEVLETİ KURULUYOR
Abdülvahhab, ibni Suud'la 1744 yılında bir araya gelmişti. Araştırmacılar bu tarihi Suudî ailesinin siyaset sahnesine çıkışı sayarlar. Nitekim aynı yıl sözkonusu beraberlik aile bağları ile de güçlenmiş ve ibni Suud, Abdülvahhab'ın kızı ile evlenerek O'na damat olmuştur. Bir başka rivayete göre de Abdülvahhab, ibni Suud'un kızkardeşiyle evlenmiştir. Muhammed bin Abdülvahhab Der'iyye'den Necid bölgesi emirlerine, din bilginlerine ve Medine ileri gelenlerine davet mektupları gönderiyor ve mezhebini savunan kitaplar yazmaya devam ediyordu. Bu arada Osmanlı Sultan III. Selime de bir mektup gönderdi. O çağda iç meselelerle uğraşan Osmanlılar buna pek aldırmadılar. Abdülvahhab Mısır'ı ele geçiren Napolyon Bonapart'a da yazmıştı. Bonapart'ın Akka savaşı sırasında Vahhabî'lerle ilişki kurduğu söylenir. Ancak bu konu Fransız ordu arşivi dosyaları arasında kaybolup gitmiştir.
Bir tepki hareketi
"Osmanlı İmparatorluğu'-nun uzak eyaletlerinde ve Hindistan'da görülen dini ahlaki gevşeklik ve çürüme karşısında sürekli gelişen bir ihya hareketinin varlığını gösteren delillerin sayısı oldukça çoktur. Bu hareket 18 ve 19. yüzyıllarda açıkça görülmeye başlandı. En şiddetli patlama tarihte "Vahhabi hareketi" diye bilinen ve 18. yüzyılda bizzat Arabistan'da ortaya çıkan hareketti... Bu hareket genellikle İslam dünyasını hayrete düşüren ani bir olay olarak gösterilmektedir. Fakat az önce söylediğimiz gibi Sünni İslamın yeniden dirilişiyle ilgili genel bir manevi birikim daima faaliyet halindeydi. Vahhabiliğin patlaması bu dirilişin çarpıcı bir görünümünden ibarettir. Vahhabilik İslam ümmetinin basamak basamak içine düştüğü ahlaki çöküntüye karşı ortaya çıkan şiddetli bir tepki hareketiydi. Vahabiliğin ilk musamahasız ve dar görüşlü günleri geride kaldıktan sonra bile bu ahlaki saik Vahhabi isyanının genel bir mirası olarak yaşamaya devam etti."
Prof. Dr. Fazlurrahman, İslam, İstanbul 1980, shf. 246
Tenkidin olmayışı şiddeti doğurdu
"Sunni İslam genel prensipler üzerinde gelişmesini devam ettirirken gerekli islahat hareketleri için yeterli olabilecek bir sistem ortaya koymadı. Nitekim ortaçağ boyunca geliştirdiği ve faaliyet gösterdiği şekliyle, Sunni İslam elde edilmiş olan dengeyi sürdürebilmek için hemen-hemen bütün ağırlığını koydu.Yani korumayı ön plana alırken toplumda tenkidi ve gelişmeyi sağlayan hususlar için yeterli imkan ve şartlar hazırlamadı... Böylece ilerleme ancak şiddet usüllerine baş vurmakla mümkün olabilirdi."
Prof.Dr. Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, shf. 250-252
Abdülvahhab'a kardeşi karşı çıktı
Vahhabiliğin kurucusu Abdülvahhab'ın kardeşi Süleyman bin Abdülvahhab bilgin bir adamdı. Bir gün kardeşine sordu: Erkânı İslam kaçtır? O da beştir, cevabını verdi. O da, sen bunlara altıncısını ilave ediyorsun, sana tabî olmayı din erkânından sayıyorsun dedi. Bir diğeri ona, İslam'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir demişti"
Ziya Yörükan, Vahhabilik, İstanbul 1953, shf. 61-63
'Dedeleriniz imansiz öldü'
Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otorisine hem de Müslümanlar'ın halifesine karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I.Mahmut öncelikle nasihat edilmesini istedi. Arabistan'ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde bu yörenin bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi buyük devletlerle boğuşuyor, o çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl olsa altedilirdi. Ayrıca altı asırlık mağrur Osmanlı siyasi yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyle bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki... Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.
Sultan I. Mahmud'un Vahhabîler'i sindirmesi için Cidde Valisi Osman Paşa'ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Valinin elinde yeterli askeri gücü yoktu. Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine baş vurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Adem Efendi 23 Kasım 1802'de Kudüs Kadısı tayin edilip sadrazamın mektubuyla Necid'e gönderildi. Abdülaziz ibni Suud, Adem Efendi'yi Mekke'de kabul etti. Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen sert münakaşalardan sonra ibni Suud eline hediyeler vererek Adem Efendi'yi İstanbul'a geri gönderdi. Vahhabi-Suudi devletini resmen tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı Devleti'nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık "idare-i maslahat" cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.
Osmanlı sertleşiyor
Aradan üç yıl daha geçti. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış, devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan İsyanları döneminden beri devletin en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına vardı.
Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.
Darağacında bir emir
Suudîler'in yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Aciz ve silik bir kişiliğe sahipti. Ancak Mısırlılar'ın hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyle birlikte Osmanlı başkentinde görüldü.
Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkufen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin fetvasıyle idam edildi.
İsyanı Kavalalı bastırdı
Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otorisine hem de Müslümanlar'ın halifesine karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I.Mahmut öncelikle nasihat edilmesini istedi. Arabistan'ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde bu yörenin bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi buyük devletlerle boğuşuyor, o çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl olsa altedilirdi. Ayrıca altı asırlık mağrur Osmanlı siyasi yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyle bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki... Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.
Sultan I. Mahmud'un Vahhabîler'i sindirmesi için Cidde Valisi Osman Paşa'ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Valinin elinde yeterli askeri gücü yoktu. Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine baş vurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Adem Efendi 23 Kasım 1802'de Kudüs Kadısı tayin edilip sadrazamın mektubuyla Necid'e gönderildi. Abdülaziz ibni Suud, Adem Efendi'yi Mekke'de kabul etti. Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen sert münakaşalardan sonra ibni Suud eline hediyeler vererek Adem Efendi'yi İstanbul'a geri gönderdi. Vahhabi-Suudi devletini resmen tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı Devleti'nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık "idare-i maslahat" cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.
Osmanlı sertleşiyor
Aradan üç yıl daha geçti. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış, devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan İsyanları döneminden beri devletin en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına vardı.
Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.
Darağacında bir emir
Suudîler'in yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Aciz ve silik bir kişiliğe sahipti. Ancak Mısırlılar'ın hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyle birlikte Osmanlı başkentinde görüldü.
Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkufen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin fetvasıyle idam edildi.
Abdullah ibni Suud'un ölümüyle 1744'te Arap Yarımadası'nın Necid bölgesinde kurulan Vahhabî-Suudî Devleti'nin ilk bölümü sona ermektedir. Osmanlı Sultanı II. Mahmud'un Mısır Paşası Kavalalı ile bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîler'in eline düşecektir. O sırada Mısırlılar'dan ve babasıyle birlikte İstanbul'a postalanmaktan kendini kurtarıp kayıplara karışan Abdullah'ın küçük oğlu Turkî ortaya çıkacak, 1820-34 arasında aileyi toplayacak ve Suudî Devleti'ni ikinci defa yeniden kuracaktır.
İkinci ve üçüncü Suudî Devletleri
Muhammed ibni Abdülvahhab ve Muhammed ibni Suud'un 1744'te kurdukları ilk Suudî Devleti 74 yıl sürmüştü. O sırada devlet merkezi Derî'yye kasabasıydı. Bu devleti yeniden şekillendiren Turkî ibni Suud, Riyad'ı merkez yaptı. Suudiler'in ikinci devleti 1891'e kadar 61 yıl devam etti. Bu tarihten sonra geçen on yıl karışıktır.
Suudî-Vahhabî Devleti'nin son ve bugüne kadar devam eden siyasi birliği Turkî'nin torunlarından Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî tarafından kuruldu. 1902'den sonra ailenin başına geçen Abdülaziz'i, Sultan II. Abdülhamid Necid Valisi yapmıştı. 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'yle Hicaz'dan çekilince Vahhabîler 1924'te Mekke ve Taif'e son defa girdiler.
Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî, Hicaz Kralı oldu, 18 Eylül 1932'de Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan Krallığı'nın başına geçti.
İslam kültürüne bedevi başkaldırısı
Miladın 18. yüzyılında Arap Yarımadası'nın Necid Çölü'nde ortaya çıkan Vahhabî direniş hareketi, o sırada dünyanın orta kuşağında, Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Adaları'na kadar uzanan ve eski yeni pekçok yerel kültürden etkilenen İslam Dünyası'nda bir bedevi başkaldırışıydı. Bedeviler kendi içlerinde doğan bu dinin temsilciliğini başkalarına bırakmak istemiyorlardı... Vahhabîler bu ilkel ve gizli duygunun açık tetikçisi oldular. İlk çatışma alanı Osmanlı toplumu ve onun idaresiydi. Osmanlılar Yavuz Sultan Selim zamanı 1517'de Mısır'ı fethetmişler ve hilafet makamını İstanbul'a taşımışlardı. O tarihten sonra İslam'ın manevi merkezi Mekke, siyasi merkezi İstanbul'du. Bu geo-politik denge Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1924'te hilafeti kaldırışına kadar 372 yıl sürdü. Bu zaman içinde, Asyalı Müslüman bir ulus olan Türkler, geniş bir imparatorluk kurarak, özünü bozmadan, İslam dinine bir Horasan neş'esi kattılar. Yüzyıllar boyu Çin'in aklı ve Hindistan'ın mistiği ile yoğrulmuş yeşil Asya gizemini, Ortadoğu'nun çöllerine taşıdılar...
VAHHABİLER NE DEDİLER NELER YAPTILAR?
"Vahhabîler'in ana muhalifi Osmanlı hükümetiydi. Çünkü onlar bu hükümetin yetkisine meydan okumuş ve onu bir tarafa itmişlerdi. Nitekim Vahhabi isyanında İslam'ın ilk yıllarındaki Harici isyanını hatırlatan, izlere rastlanmaktadır. Bir başka deyişle onlar da bir idealizmin zorlayıcı etkisiyle kaba ve dar görüşlü usullere baş vurarak islahat yapmak istemişlerdi. Fakat alışılagelmiş olan İslam geleneği daha önceleri Hariciler'in usûllerine nasıl karşı koymuşsa Vahhabi usüllerine de öylece karşı koydu. İslam tarihinde görülen birçok aşırı muhafazakar ıslahat hareketlerinin yol açtığı ilginç ve sık görülen bir garabet vardır. Onlar ıslahatçı bir gaye için bütün ümmeti birleştirmek amacında yola çıktıkları halde, çok geçmeden mevcut birliği bile bozmaya ve ona karşı silaha sarılmaya yönelmişlerdir. Mesela Abdülvahhab önemli tenkitlerinden birinde İslam öncesi Arap toplumunun-zımnen de kendi yaşadığı devirdeki İslam toplumunun- yeteri kadar birlik içinde olmadığını ve baştaki yöneticiye itaat edilmediğini ifade etmektedir. Buna rağmen kendi başlattığı hareket daha ilk safhalarında bile silahlı başkaldırmalara yöneldi ve toplumun birliğini daha çok bozdu..." Prof. Dr. Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, Shf. 252
İngilizler Şerif Hüseyin'i nasıl kandırdı?
Arap dünyasını Osmanlı'dan koparmak isteyen İngiltere, önce Vahhabi akımını teşvik etti. Daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'e Ortadoğu'da kurulacak büyük Arap devletinin liderliğini vaadederek kandırdı. Şerif Hüseyin'in İngilizler'le pazarlıklarını, oğlu Emir Faysal yürütüyordu. Sonunda, Şerif Hüseyin hiç bir şey elde edemedi. Kıbrıs'ta sürgünde öldü. Büyük Arap devleti de kurulmadı. Şerif Hüseyin, hatıratında, İngilizlerle işbirliği yapmaktan pişman olduğunu yazdı. İngiliz yetkililer mazeret olarak, Şerif Hüseyin'le temas kuran görevlilerin, 'yetkilerini aşan' vaadlerde bulunduğunu söylediler.
Katip Çelebi: HALK ADETLERİNİ BIRAKMAZ
"Halk alışıp adet edindiği işi, eğer sünnet eğer bid'atir bırakmaz. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Mesela itikatta olan bid'atlar için Sünni padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid'atlar hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid'atten döndüremediler. İmdi halk adetini bırakmaz, her ne ise Allah'ın istediğine göre sürülür gider, ancak başta bulunanlara İslam'ın düzenini korumak ve İslamlığın şartlarını esaslarını halk arasında korumak lazımdır. Vaizler genel olarak halkın sünnete rağbetini artırmak ve onları bid'atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla vaaz ve nasihatle yetinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar..."
Katip Çelebi (17. yy.) "Mizanü'l Hak" Hazırlayan
O. Ş. Gökyay, İstanbul 1993, shf. 62
ABD'nin petrol kuyusu
Global ekonominin gereğine uyan Suudi arabistan petrol çıkarma hariç tüm yan sanayiini dünyaya açarak 100 milyar $ sermayeyi ülkesine çekti. Onsekizinci Yüzyıl'ın son yarısında gelişerek teorik açıdan şu yaşadığımız devirlere kadar ulaşan Vahhabî mezhebinin yaşam şansını değişkenliğine borçlu olduğu artık anlaşılmaktadır. Bu mezhebin ilham kaynağı Muhammed Abdülvahhab başlangıçta "her yenilik küfürdür" demişti. Ancak kendisinden sonra gelen ve Arap Çölü'ne iki buçuk asır bayrağını diken torunları, bu konuda aynı görüşleri taşımadılar. Vahhabî-Suudî devleti üç büyük ve farklı değişim geçirdi. Kuruluş dönemini teşkil eden birinci devlet, Abdülvahhab'ın Der'iyye Emiri ibni Suud'la birleşmesinden Osmanlı idaresindeki Mısırlı- lar'ın 1818'de Vahhabîler'i Hicaz ve Necid'de yenilgiye uğratılmalarına kadar 74 yıl sürmüştü. Bu dönemde Vahhabîler, pirlerinin yolunda "her yeniliği küfür" her yabancı geleneği "bid'at"saydılar. Mezarlara ve halkın sevip saydığı değerli kişilere saygı göstermeyi "kula tapınma" ile eşdeğerde ve "putperestlikle" bir tuttular.
Vahhabî-Suudî devleti ikinci defa, Abdullah bin Suud'un oğlu Türkî tarafından 1821'de kuruldu ve 1891'e kadar 70 yıl sürdü. Bu sırada dünyaya ve yaşanan çevresel siyasi tabloya daha yatkın davranmak zorunda kalan Vahhabîler mezar ziyaretine ve Caferî mezhebi mensuplarının hac etmesine izin verdiler.
Son Vahhabîler
Vahhabî-Suudî devleti, üçüncü ve son defa dünya sahnesine, 1902'den sonra Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî'nin gayretiyle çıkmıştır. Suudîler'in bu üçüncü cülûsu yeni ve modern bir devletin temellerini atmıştır. Osmanlılar Abdülaziz ibni Suud'u Necid Kaymakamı yapmışlardı. Osmanlı Devleti 1918 Mondros Mütarekesi'yle Hicaz'dan çekilince Vahhabîler 1924'te Mekke ve Taif'i aldılar. Abdülaziz, Hicaz Kralı oldu. 18 Eylül 1932 günü Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan Krallığı'nın başına geçti.
Petrolün henüz söz konusu olmadığı o yıllarda yeni Suudî hükümdarı asırlardan beri değişmeyen şartlarda yaşayan çöl halklarını yeni ve düzenli bir hayata alıştırmaya çalışıyordu. Onlara ziraat öğretti. Kabileler, suçlulara uygun cezayı, sadece merkezi hükümetin vereceğini o zaman öğrendiler... Bu kavramın yerleşmesi için bir iç savaş gerekmişti.
Petrol denizinde kapışma
Suudîler'in üçüncü döneminin en çarpıcı görüntüsü petroldür.
Bu ülkenin bir petrol denizinin üzerinde yer aldığı anlaşıldığında Vahhabî-Suudî devletinin yeni zamanlardaki kaderi de çizilmiş oluyordu. Yapılan hesaplara göre bu toprağın altındaki petrol rezervi, dünya petrolünün dörtte biridir. Mısır için "Nil nehrinin hediyesidir" derler. Arap Yarımadası için de "Arabistan petrol denizinin hediyesidir.." demek gerekir. Bu gerçek Birinci Dünya Harbi'nin başlangıç yıllarında anlaşıldığında harbin genel stratejisi değişmiş ve başta İngiltere olmak üzere Ortadoğu'da güç dengeleri oluşturmaya çalışan her savaşan millet, sadece petrolü düşünür olmuştu. Bu açıdan "bir sömürgeciler kapışması" şeklinde başlayan "Harb-i Umumî' in bir anda şekil değiştirerek kanlı bir "petrol savaşına" dönüştüğü izlenmiştir. Bu savaş bu gün de değişik şekillerde sürüp gitmektedir.
Ve Vahhabîler küreselleşiyor
"Küreselleşme bilimsel ve teknik güçleriyle kapımızda, ekonomik ve sosyal sistemimizi modernize etmek için var gücümüzle çalışmalıyız. Ancak toplumumuzun muhafazakâr karakterini aklımızdan çıkaramayız." Bu sözler Suudî Arabistan Krallığı Veliaht Prensi Abdullah'a aittir. Krallık küreselleşmenin en ileri boyutlarda örneğini vermiş ve petrolün çıkarılması hariç tüm yan sanayiini dünyaya açmıştır. Eylül 1998'de başta Aramco, Chevron, Mobil, Exxon, Texaco olmak üzere yedi dev petrol şirketinin temsilcileriyle Washington'da akşam yemeği yiyen Prens Abdullah, o gün yerinde tesbit, tanımlama, taşıma, dağıtım ve rafinaj gibi petrolün tüm yan sanayiini dünya yatırımcılarına açacaklarını müjdelemişti. O güne kadar Arap petrolünün tek ismi olan Aramco'yu gerileten bu karar, bir "devrim" niteliği taşıyordu. 2000 yılının Mart ayı başında Prens Abdullah, bu alanda Riyad hükümetine ulaşan tasarıların 100 milyar dolara ulaştığını açıklamıştı.
450 milyar dolar
Arabistan petrollerinin tek ve yegane sözcüsü uzun yıllar dev Amerikan şirketi Aramco'ydu. 1930'da kurulan şirketin bölgede çıkarlarını savunması için bir devlete ihtiyacı vardı. İki yıl sonra Necid Meliki sıfatiyle bu günkü Suudî devletinin başına geçen Abdülaziz bin Abdurrahman bu ihtiyacı karşıladı. Kısacası, işin sonunda Suudîler petrolü değil, petrol Suudîler'i çıkarmıştı. Suudî Arabistan'ın günümüzde dünyaya yatırım şeklinde dağılmış 450 milyar doları vardır.
250 yıllık resmî mezhep
"18. yüzyılda Arabistan'da Muhammed bin Abdülvahhab'ın etkisiyle oluşan dinsel ve siyasal akım. Vahhabîlik adı akımın karşıtlarınca kullanılır. Akımın üyeleri kendilerini Muvahhidin olarak adlandırır. Günümüzde Suudî Arabistan'ın resmî mezhebidir... Muhammed bin Abdülvahhab'la 1744'de karşılaşan Der'iyye Emiri Muhammed bin Suud onun düşüncelerinde kendisini Arabistan'a egemen kılacak dinsel bir dayanak bulmuş oldu. Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç kullanmanın zorunlu olduğunu, can ve mallarının helal sayıldığını, öne sürüyor, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihad adına kutsallık kazandırıyordu.... 'Vahhabîlik'e göre Kur'an ve sünnet, metinlerin sözel anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı, kesinlikle yorumlanmamalıdır. Kıyas dinin dayanaklarından biri değildir. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır. Herkes içtihatla yükümlüdür. İman kalple tasdik, söz ile ikrar ve ameldir. Bu nedenle İslam'ın öngördüğü görevleri yerine getirmeyen kişiler mümin sayılamaz." Ana Britannica, Vahhabîlik maddesi, İstanbul 1986 Shf. 159
Amerikan istekleri ve halk baskısı arasında
"Günümüzde Amerikan basını -kendini kuvvetle savunan- Riyad'ı, özellikle finansman açısından terörizme hoşgörü gösterme ve 11 Eylül New York ve Washington saldırılarını soruşturmada yeterince işbirliği yapmamakla suçlamaktadır. Dünyada kayıtlı petrol rezervinin % 25'ine ve OPEC üretiminin üçte birine sahip bu ülkenin yöneticilerinin içine düştüğü zor durumu farkeden Bush yönetimi ise bu suçlamalara katılmamaktadır.." Mouva Naim, Le Monde, 22 Ekim 2001
VELİAHD ABDULLAH VE YOL AYRIMINDAKİ SUUD
Mekke Şerifi Hüseyin 1916'da Osmanlı'ya başkaldırıp kendisini Arap ülkelerinin kralı ilan etmişti. 1919'da Batılı ülkelerin, Suriye, Ürdün ve Irak'ta kurdukları manda yönetimlere karşı çıkarak buraların kendilerine verileceği konusunda söz aldıklarını belirtip Versailles Anlaşması'nı tanımadı. Mart 1924'te kendisini halife ilan etti. Bu arada Arabistan'ın ikinci gücü konumundaki Vahhabî-Suud kabileleriyle savaş halında idi. Suud II.Abdülaziz, Eylül 1924'te İngiltere'nin yardımıyla Şerif Hüseyin'i Hicaz'dan kovdu. Londra, Şerif-Suud çekişmesinde Suud tarafını tutmuştu. Böylece bölgedeki petrol çıkarma ve işleme konularında önemli gelirler elde edecekti. II. Dünya Savaşı sonunda ABD'nin tüm dünyada etkinliğini artırmasıyla beraber Suud yönetimi İngiltere himayesinden ABD taraftarlığına geçerek iktidarını kuvvetlendirdi. 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi sonrasında ABD silahlı kuvvetlerinin Suudi silahlı kuvvetlerini desteklemek amacıyla ülkeye konuşlanmalarına izin verildi. Ancak bir süredir Veliahd Prens Abdullah'ın şahsi özellikleri ve daha dindar ve milliyetçi çıkışları ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini yeni bir yol ayrımına getirdiği şeklinde yorumlanıyor. 11 Eylül terör olayından sonra Veliahd Abdullah'ın ABD'yi eleştiren açıklamaları olmuş ve bu ABD tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Kral Fahd'ın yerine geçecek olan Veliahd Abdullah'ın bu tür çıkışları önemli sinyaller olarak değerlendiriliyor.
Adetlerle uğraşma
"Halkın arasında mezarlara kandiller konur, mezara yüz göz sürülür ve kandil yağı ile yağlamak adet edinilmiştir.Mezar bekçileri ve kandilciler de onunla geçinirler. Bu konuda kavga ve tartışma ahmaklıktır. Onlar bildiklerinden geri kalmazlar.İslam'da Hacerü'l Esved'den başka taşı ve ağacı yüceltip ululamak yoktur. Onda da nice sır ve hikmet vardır."
Katip Çelebi
kaynak:http://www.yenisafak.com/diziler/vahhabi/
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu