> 1 <
Kırık Link Bildir! #173427 13-03-2007 16:03 GMT-1 saat
Günümüzde sinema genellikle, siyasi propagandayı ve tüketim kültürünü destekleyen tavrıyla maddi gücü özellikle Hollywood'da olağanüstü bir dereceye ulaşmış bir sektör de olsa özü itibariyle büyük kitlelere ulaşım olanağı, eğlendirirken düşündürebilmesi nedeniyle çekiciliği ve farklı sosyal-kültürel-siyasi-toplumsal-sanatsal bakış açılarını özgürce sunabilmesi gibi bir çok medya olanağının sahip olmadığı bir yetiye sahiptir. Bu endişeleri hiç taşımayan, tamamen endüstriyel amaçlı, kullan-at mantığı içerisinde seri halde üretilen filmleri saymazsak, bir çok yönetmen filmlerinde gerekli sinemasal kurgunun içinde bazen açık, bazen gizli bazen daha da gizli olarak bir konunun/kişinin/durumun eleştirisini yapar veya başka açılardan perspektiflerini verir. Edward Scissorhands filmi, tüm Tim Burton filmleri içinde Tim Burton sinemasal kurgusunu etiket gibi taşımasının yanı sıra ciddi bir mimarlık, kentsel tasarım ve bu tasarımın içinde yaşayan toplum psikolojisini inceden inceye taşlayan ayrıcalıklıdır ve konusu; yaratıcısı bir bilim adamı olan ama kalbi olan robotunu tamamlayamadan birden ölen bir insan-makine yaratığının, adı belli olmayan bir ülkede, adı belli olmayan bir zamanda ve adı belli olmayan bir kasabada o kasabanın insanları ile kurduğu ilişkilerdir.
Filmde tezat en fazla işlenen, bu nedenle de Depp'in oyunculuğunun, Burton'un garip-akıcı ve fantastik sinemasal kurgusunun altında en ezilmeyen noktadır. Adı belli olmayan bu ülkede topografik yapı olabildiğince düzdür, hiç bir yerde en ufak bir tepe, akarsu, ağaçlık gibi kentsel tasarımda nirengi olabilecek bir oluşum yoktur. Bu nedenle sanki kasaba gerçek değilmiş, havada kopuk bir biçimde duruyormuş ve aslında bir kent olarak hiç bir yere ait değilmiş imajı yaratmaktadır. Bu hiç bir yere ait olmayan kent imajı, günümüz toplumunun bu interaktif ve gitgide teknolojik olanaklar ile küçülen dünyada amaçlananın tam tersine iletişimsizliğin sorgulanmasının apaçık bir eleştirisidir. Bu kentin, kent içindeki binaların, onlara tam tezat oluşturan köşkün ve insanların eleştirisini tam yapabilmek için biraz mimarlık tarihi ve modernizmden söz etmek gerekecek: Mimarlık ve kent tarihinde ilk yerleşimden itibaren bir binanın veya kentin anlam kazanması, insan ve kimlik olgularının zaman içinde o bina veya kente yerleşmesi ile açığa çıkmış ve bu şekilde kenti veya binayı sahiplenen toplum sağlıklı bir sosyal ve psikolojik yapıya kavuşmuştur. Bu konuda 60lardan itibaren sürekli araştırmalar yapılmakta ve binanın/kentin sosyal, psikolojik daha doğrusu yaşamsal gerçekliğinin fiziksel uygunluğundan çok daha önemli olduğunu kanıtlamaya çalışan bir çok makale yazılmaktadır. Modernizm, bu endüstrileşmenin en heyecanlı noktasında, bireyden çok toplumsal memnuniyeti ön plana çıkaran sosyalizmin doruğunda doğmuştur. Bu modernist mimari akım, binalardan fonksiyonel olmayan (yani bir şekilde kullanılmayan) her türlü ayrıntıyı yok etmiş kısaca insanların belleğinde zamanla yer etmiş detayları binalardan soyarak mimarideki anlamı yok etmiştir. Amaç bir kişi için değil, herkes için uygun olanı üretmektir ve toplum tek bir insan profiline dönüştürülmüş, insan sanki seri üretimden çıkan ve damgalanmayı bekleyen standart bir ürüne dönüşmüştür. Bu aynı zamanda kent tasarımlarına da yansımış ve düz veya eğimli fark etmeden her topografyada aynı model uygulanmıştır: Birbirini dik kesen yollar, onlara açılan sokaklar, benzer kutu kutu parseller üzerinde benzer kutu kutu evler ve hepsine hesaplanmış belli bir yeşil alan (filmdeki pastel kenti bir düşünün)...Bu kentlerde ve binalarda her şey aynıdır, kişisel izler yoktur, tüm kent, birbirinin aynı olan kentlinin yaşadığı birbirinin aynı binalar ve bahçelerden oluşan bir sistemdir. Mimarlık ve insan arasında,birbirleri ile daimi etkileşen ve birbirlerini tetikleyen bir ilişki vardır. Bir bina/kent insanlardan nasıl etkilenip zaman içinde farklı bir bina/kente dönüşürse, insan da o bina/kent içinde yaşarken ondan etkilenerek farklı bir insana dönüşür. Zaman içerisinde insan içinde bulunduğu kentten etkilenerek maddeselleşmiş, anlam ve duyguyu kaybetmiş sonra da yaşadığı bu kentten ve kendisinden nefret etmiş, ne kenti ne kendini kendine ait hissetmemiş, bir çok toplumsal histeri yaşanmış ve herkese uyacak kadar standart olanın aslında kimseye uymadığı tespit edilmiştir. Bu da mimarlıktan duyguyu ve anlamı tamamen çıkartan modernizme tepki olarak post-modernizmi getirmiştir. (Bu arada, yerden yere vurmuş olmama karşın modernistlerin bu olumsuz etkisinin yanında sayılamayacak kadar olumlu etkileri de vardır.)
Filme biraz da bu açıdan bakarsak pastel kent diye adlandıracağım bu isimsiz mekanda tıpkı modernistlerin oluşturmak istediği mükemmel standardizasyon bulunmaktadır. Hatta doğa bile buna karşı çıkmamış, uygunsuz bir yerde simetriyi ve düzeni bozacak bir tek ağaç, su veya tepe bile doğurmamıştır. Bu kentte evler birbirinin aynı, bahçeler birbirinin aynı, ev yolları birbirinin aynı ve haliyle içindeki insanlar da birbirinin aynıdır; farkında olmasalar da bu mükemmel tekdüzeliklerinden bunalmakta ve farklı olan her şeye açlık hissetmektedirler. Filmde Edward'ın ortaya çıkmasında kazandığı popülerlik, o yaratığın sonsuz güzelliğinden değil, farklı olmasındandır. Bu kentin tam tersine Edward'ın yaşadığı köşk, mimarlık tarihinde bir çok farklı döneme ait izleri bereketli bir şekilde içinde barındırmaktadır. Yapının her yeri eğri-büğrü olduğundan hiç bir köşesi aynı değildir, gereksiz yere hiç bir yüksekliğin yapılmamasından dolayı kentteki pastel binaların basıklığına karşı burada cömert bir yükselti mevcuttur ve içinde yaşayan insan da aynı şekilde bu sıra dışılık ve her köşesinde farklılık bulunduran binanın etkisi ile son derece yaratıcı bir makinedir! Zaten filmin ilerleyen sahnelerinde her kadının saçına, bahçesine ve evcil hayvanına uyarladığı farklı ve kişisel uygulamalar ile kent daha yaşanabilir ve çizilmiş gibi duran yapısından daha insancıl bir görünüşe bürünür. Paradoks, bu insancıllığı yaratanın insan değil, tam tersine standardizasyonu ve mekanikliği çağrıştıran bir makine olmasıdır. Filmde bu makinenin filmdeki her insandan daha fazla kalbi olması, modernizmin hala güçlü etkilerinin olduğu günümüz toplumsal hayatına ve insanına acımasız bir eleştiridir. İnsanlara yardım etmek ve onlarla olmaktan zevk duyan bir yaratığın o kent içinde önce farklılığı ile dikkat çekmesi, sonra banka kredisi-sosyal güvenlik numarası-iş-para gibi modern kaygılar ve kabul süreci ile sindirilmeye çalışılması, buna tepki verdiğinde de tıpkı modern insanın duygu'yu dışlaması gibi dışlanması son derece üzücü bir o kadar da kişisel eleştiri yapmamızı gerektirecek bir göstergedir. Biz de bugün farklı olanı arıyor, onu bulduktan sonra hemen sıradanlaştırıyor ve tüketiyor ya da başaramazsak dışlıyoruz, öyle değil mi????
Bu filmin yönetmeni hem zevkle izlenen fantastik bir film çekip hem de günümüzden 100 yıl önce başlayıp hala çözümsüz kalan en büyük toplumsal-mimari-kentsel ve sosyal olgularını bu şekilde bir kaç sahne ve diyalogla binlerce akademisyenin bu 100 sene içinde yaptığından daha etkili sorgulayabiliyorsa ve bu sorgulamayı binlerce izleyicisine yaptırabilme gücü varsa, sinemanın ve Burton'un gücü tekrar tekrar düşünülmelidir.
Yabancılaşmaya ve Varoluşçuluğa çocuksu bir bakış. Tim Burton'ın hayal gücünün kaynağını, çocukluğundan beri kaybetmediği dünyaya karşı olan saf, heyecanlı ve hep güzele yoran dünya görüşüdür diyebiliriz. bunun en güzel örneğini de Edward Makaseller de görebiliriz. topluma karşı karşı yabancı hiç bir zaman toplumla kayanaşmamamış ya da kaynaşamaış olan Edward'ın topluma girişi, tutunamayışı ve kabuğuna tekrar çekilişnin anlatıldığı masalda Edward'ı münkün olduğunca az konuşturan Burton'ın Edward'ı anlatmayı jhonny Depp'e yıktığını düşünebiliriz. Ancak Edward'ı Depp'in hayal gücüne bırakırken Tim BUrton'ın Edward'ı yaratma sürecinde Depp'e en büyük yardımı çevre tasvirleridir.
Tam bir Tim Burton klasiği ; diğer filmlerindeki etki ile beraber bu filminde de beni vuran bazen de kasan en önemli özelliği izlerken kendimi çıplak ve yalnız hissetmem.Film gerek senaryosu gerekse kullandığı sinemasal teknikle bu , insanlığın bilinçaltına yönelttiği duyguları iyi bir şekilde yansıtmak için göstermiş olduğu çabaya epey hizmet etmiş.
Tim Burton tam bir bilnçaltı kaşifi öyle ustalıkla insanlığın ortak kalelerini zaptedebiliyor ki bu gerçeklilik insanı çoğu zaman rahatsız edebiliyor.İçimizdeki korkular filmlerinde ete kemiğe bürünüyor bunu üstelik fantastik bir şekilde dile getirişi işin daha da etkili bir hal almasını sağlıyor ve unutamıyorsunuz.
Makaseller 'de böyle bir film ; namlusunu tam da yaşamın yapay gerçekleri ile yok saydığımız bilinçaltınıza , bilincinizin yüzeysel ve filmde de kullanılan şehir dekoru gibi, birbirine benzeyen , farksız , basit sıkıcı ve aslında korkutucu bir hal aldığını gördüğünüz ; kurallara uygun soğuk yaşamlara çeviriyor... bunu öyle bir yapıyor ki kullandığı şey bir mucidin, yapımını eksik bıraktığı icadının yaralayan ama yaratan makaselleri oluyor. Bu eller yaralıyor üzerimize çizikler atıyor , bizi bozuyor , kendimize getiriyor sonra öyle şeyler yapıyor ki bu eller bizi sıradanlıktan , herbirimizi parmak izimize kadar farklı yaratmış olan yaratıcının çağrısına hizmet edecek derecede basitlikten kurtarıyor.
Güzel bir özleştiri , her açıdan hemde ; özellikle Amerikan toplumsal yaşantısının almaya da başladığı yalnızlaşma , magazin duygular, soğuk mimari , bu mimariyi yapan insanların kendilerini mahkum ettiği yaşam etiğine ve daha bir çok şeye yerel ama evrensel bir özeleştiri.İşte sanatçının yapması gereken güzel bir değini... Karşınızda Tim Burton ve Edward Makaseller ...
Ama filme katkıları derin olan ve vazgeçilmez iki unsuru geçmek olmaz. Johnny Depp ve eşsiz müzikleri Danny Elfman ...
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu
BU ÜYEYE ERİŞİM ENGELLENMİŞTİR
Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi,23/08/2008 tarih ve 2008/318 nolu kararı gereği bu üyeye erişim TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca engellenmiştir.
Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi,23/08/2008 tarih ve 2008/318 nolu kararı gereği bu üyeye erişim TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca engellenmiştir.