> 1 <
Kırık Link Bildir! #205001 11-05-2007 13:05 GMT-1 saat
ŞEHİT SADRAZAM
Osmanlı Devleti'nin en ihtişamlı devirleri yaşanıyordu. Ülkenin başında yabancıların "muhteşem" dedikleri Kanuni Sultan Süleyman; alimlerin başında, bir deha olan Ebu's-Suud Efendi; mimarların başında, taşın dilinden anlayan Koca Sinan; donanmanın başında Barbaros Hayrettin Paşa vardı. Devlet böyle bir kadro tarafından yönetiliyordu. Ülkede huzur ve mutluluk hakimdi. Çünkü bu ülkenin insanlarının devletle ve birbirleriyle kavgaları yoktu. Mal sevdası kalbleri bozmamış, herkes başkalarının iyiliğini düşünür olmuştu. Fakirlere yardım etmek için insanlar adeta birbirleriyle yarışıyordu. Zenginler çevreye camiler, imaretler, medreseler inşa ettiriyor, sahipsiz hayvanların bakımı için bile vakıflar kuruluyordu.
Enderun'da; dil, din ve millet ayırımı gözetmeksizin her ailenin çocuğuna en iyi eğitim verilmeye çalışılıyor, zeki olanlar liyakatlarına göre ülkenin en yüksek okullarına girebiliyordu. Bu gayeyle de, ülkenin dört bir yanında imtihanlar düzenleniyor, zeki gençler devşirilerek, ileride yönetim kademelerinde vazifeli, büyük devlet adamı olmaları için yetiştiriliyordu. Bu ülkede yükselmenin ve bir yerlere gelmenin hiçbir engeli yoktu. İşte bu sebepledir ki, yabancı milletler bile Osmanlı topraklarında yaşayan insanlara imreniyor, bu adalet ve huzuru arzuluyordu.
Yabancı uyruklu bir aile için, çocuklarının Osmanlı hükümetince devşirilerek okutulması kadar önemli bir şey yoktu. Çünkü böyle bir durumda çocuklarının geleceği garanti altına alınmış oluyor, o yükseldikçe kendileri de itibar kazanıyordu.
Yavuz Sultan Selim'in saltanatının son yıllarında Balkanlar'dan devşirilen bir grup çocuk Edirne'ye getirildi. Bunların arasında Bosna'nın Sokoloviç Kasabası'ndan küçük bir çocuk da bulunmaktaydı. Zekası ile hemen dikkatleri çeken bu çocuk, kısa sürede herkesin takdirini kazanmış ve kendisiyle özel ilgilenilmeye başlanmıştı. İlmi mevzularda eğitilen bu gence, askeri eğitim de veriliyordu. Bir süre sonra kitabi eğitimini tamamlamış ve uygulama görmesi için orduya verilmişti. Burada kısa zamanda kendisini gösteren gence her geçen ay farklı görevler veriliyordu. Bir süre sonra donanmaya alındı.
Devir Kanuni Sultan Süleyman devriydi. Osmanlı Devleti, karalarda olduğu kadar denizlerde de hakimiyetini sürdürüyordu. Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze Deniz Zaferi ile Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirmiş, Kızıldeniz üzerinden Uzakdoğu'ya deniz seferleri düzenlenmeye başlanmıştı. İşte bir süre sonra bu güçlü donanmanın başına Sokullu Mehmet Paşa, Kaptan-ı Derya olarak getirildi.
Burada da birçok başarıya imza atan Sokullu, yönetim kabiliyeti ve politik kişiliği sayesinde Rumeli Beylerbeyliği'ne getirildi. Artık Padişah ve Divan-ı Hümayun'dan sonra Anadolu Beylerbeyi ile ülkeyi yöneten iki kişiden biri haline gelmişti. Sık sık Budin'e gidiyor, oradan Avrupa'daki hareketleri izliyordu. Zaman zaman da İstanbul'a geliyor, padişah ve Divan-ı Hümayun'a gelişmeleri bildiriyordu. Onun anlattıklarına göre kararlar alınıyor, ordunun sefer tarihleri ve sefere çıkılacak yerler belirleniyordu.
Sokullu, vefakar bir insandı. Ekmeğini yediği yeri katiyen unutmaz, kendisinin de oralara iyiliği dokunsun isterdi. Bu sebepledir ki, İstanbul ile Edirne arasındaki yolculuklarında konakladığı Lüleburgaz'a; vefa borcu olarak bir külliye yaptırmayı arzulamış ve bu konuda Mimar Sinan'dan yardım istemişti. Mimar Sinan, Sokullu Mehmet Paşa'nın arzusu üzerine küçük bir kasaba olan Lüleburgaz'a dev bir hayır kurumu inşa etmişti. Sokullu Mehmet Paşa'nın hayır kurumları bununla sınırlı değildi. Onun sadece İstanbul'da iki camisi, birçok çarşısı, aşhanesi vardı. Eline geçen para ile birilerine yardım etmek, hem Sokullu'nun hem de o dönem insanlarının kendilerine vazife bildikleri bir şeydi.
Sokullu'nun hanımı, İkinci Selim'in kızı İsmihan Sultan'dı. Kanuni Sultan Süleyman, Sokullu Mehmet Paşa'yı çok sevdiğinden, torunu İsmihan Sultan ile evlendirerek ve bu zeki devlet adamını kendisi de akraba yapmıştı.
Bir süre sonra Kanuni Sultan Süleyman Sokullu Mehmet Paşa'yı, Osmanlı Devleti'nin ikinci adamı yapmaya karar verdi. Yani Sokullu bundan böyle Kanuni'nin sadrazamı olacaktı. Bu, gösterişli olması yanında, sorumlulukları da ağır olan bir görevdi. Üç kıtaya yayılmış devletin topraklarındaki insanların meselesi artık, Sokullu Mehmet Paşa'yı bekliyordu. Ama o, vazifesinin bilincinde bir kişi olarak uzun yıllar bu vazifeyi hakkıyla yapacak; ordunun başında sefere çıkmaktan, divanı yönetmeye, halka hitap etmekten, gemilerle denizlere açılmaya kadar ne kadar görev varsa, hiç birinden kaçmayacaktı.
Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir insan ile devamlı seferlere çıkan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, bu büyük padişahı on yedinci seferinde Zigatvar Kalesi'ni kuşattıkları günlerde çadırda kaybeder. Bu durumu, kale fethedilince ve İkinci Selim'in gelişine kadar ordudan saklar. Eğer Kanuni'nin öldüğünü duyursaydı, ordu kuşatmayı bırakacak ve buralara kadar gelmeleri anlamsızlaşacaktı.
Sokullu gibi güçlü bir idarecinin devletin başında olması, Kanuni Sultan Süleyman sonrasında tahta geçen oğlu İkinci Selim'i de bir hayli rahatlatmıştı. 8 yıllık saltanatı boyunca o devlet işlerinden hep emin olmuştu.
İkinci Selim sonrasında tahta bu kez Kanuni'nin büyük torunu Üçüncü Murat geçecekti. Devletin başında yine dirayetli yönetimi ile yabancı devletleri dize getiren Sokullu Mehmet Paşa vardı. O, büyük projelerin adamıydı. Zorluklardan yılmıyor, düşmanları ile arasına dağlar girse onları aşmak için, deniz gibi nehirleri birleştirmeye çalışıyordu.
Ama artık yaşlanmıştı. Çevresindekilere gençliğindeki kadar kolay söz dinletemez olmuştu. Halk büyüklüğünü kabul ediyor; ama ülke kademesinde yükselmeye çalışan bazı ihtiraslı kişiler, onun varlığını kendilerine bir engel olarak görmeye başlamışlardı. Her zaman iyi insanların yanında kötüler de bulunmuştur. Sokullu Mehmet Paşa'nın ömrü de, kötülerle mücadele etmekle geçmişti.
Sokullu Mehmet Paşa uzun bir süredir At Meydanı'nındaki konağında oturmaktaydı. Burası hem İstanbul'un kalbiydi, hem de Topkapı Sarayı'na oldukça yakındı. Burada yaşayan kişinin mutluluklarından birisi, okunan o muhteşem ezanları dinledikten sonra Ayasofya'da namaz kılmaktı. Sokullu da bunu sık sık yapıyordu.
Sokullu dindar bir kişiydi. Namazlarını hiç aksatmadığı gibi, nafile ibadetler de ederdi. Hemen her gece teheccüd namazına kalkar, sonra da Kur'an-ı Kerim okurdu. Arkasından yardımcısı bir tarih kitabı okur, Sokullu da sessizce onu dinlerdi. Çünkü tarih öğrenmeye büyük önem verirdi.
Bu gecelerden birinde, yine teheccüde kalkmış ve sonrasında da Kur'an-ı Kerim okumuştu. Az sonra yardımcısı eline bir tarih kitabı aldı ve yavaşça okumaya başladı. Okunan kıssa Osmanlı Devleti'nin üçüncü padişahı olan Birinci Murat'ın hayatı idi. Sultan Murat, daha kuruluş aşamasındaki Osmanlı Devleti'ni boğmak isteyenlere karşı Kosova Savaşı'nda büyük kahramanlıklar göstermiş, savaş bitiminde meydanını gezerken kendisinden su isteyen bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek Şehit edilmişti. Kıssa sona erdiğinde odada bir süre sessizlik oldu. Çünkü Sokullu Mehmet Paşa ağlıyordu. Birinci Murat'ın şahadetine gıpta ile bakmıştı. Gözü yaşlı haliyle ellerini gökyüzüne kaldıran Sokullu Mehmet Paşa, dua dua yalvarmaya başladı. Merhametlilerin En Merhametlisi'nden bir dileği oldu. Birinci Murat gibi güzel bir ölüm ile ölmek istiyordu.
Az sonra İstanbul'un dört bir yanından sabah ezanları okunmaya başladı. Sokullu Mehmet Paşa ezanları dinledi. Yerinden doğrulup yardımcısının yardımı ile abdestini tazeledi. Ayasofya'ya gitmek için evinden dışarıya çıktı. O gün çok işi vardı; Divan'ı toplayacak, devletin dirlik ve düzeni için kararlar alacaktı.
Osmanlı yönetiminde sadrazamlar bugünkü Bakanlar Kurulu'nun bir benzeri olan Divan-ı Hümayun'un başkanlığını yaparlar ve haftanın belli günleri Divan üyelerini toplayarak devlet işlerini görüşürlerdi. Bu toplantılar Topkapı Sarayı'nın Kubbealtı denen yerinde yapılabildiği gibi, Sadrazam'ın arzusuna göre kendi konağında da yapılabiliyordu. Sokullu Mehmet Paşa da bazen Divan'ı kendi konağında toplardı. O gün de öyle yaptı. Ulaklarını, o günkü toplantının kendi konağında olduğunu bildirmeleri için Divan üyelerine gönderdi. Divan-ı Hümayun'un Kubbealtı vezirleri, Kaptan-ı Derya, Defterdar, Nişancı vb. üyeleri, öğleden sonra Sokullu'nun konağında toplanmaya başladılar. Herkes tamam olduğunda Sokullu söze başladı. Devlet dünyanın belki en güçlü devleti idi; ama problemler dünya üzerinden ne zaman eksik olmuştu ki. Yine bir sürü gaile vardı etraflarında. Birkaç saat geçmişti. Divan toplantısına bir mola vermek gerekiyordu. Zihinler biraz dinlenecek, sonrasında kalındığı yerden devam edilecekti.
Bu sıralarda At Meydanı'nda üzerinden bir adam sallana sallana, Sokullu'nun konağına yaklaşmaktaydı. Yoldaki çocukların sataştığı bu kişi bir meczuptu. Çevresindekilere garip hareketler yaparak ilerleyen meczup, Sokullu'nun konağına geldiğinde içeriye girmek istedi. Kapıdaki nöbetçiler onu durdurdu. Ama aralarından biri olaya müdahale ederek, Sokullu'nun bu deli konusunda tenbihte bulunduğunu, bu kişi ne zaman gelirse içeri girebileceğini söyledi. Nöbetçiler bu meczubun içeri girmesine izin verdi. Adam yolu biliyordu. Merdivenlerden çıkıp baş odaya ilerledi. Konakta kendisini tanıyan uşaklar da, bir şey demedi. Çünkü o, her zaman Sadrazam'ın hatırlı konuğuydu. Nasıl olsa, az sonra sadakasını alıp çıkacaktı. Sokullu ve Divan üyelerinin oturduğu odanın kapısı yarı açıktı. Meczup kapının eşiğinde durdu. İçeriye buyur edilmesini bekler gibi bir hali vardı. Sokullu Mehmet Paşa meczubunu görünce gülümsedi: "Gel bakalım koca deli, kaç gündür nerelerdeydin, aç mısın açıkta mısın, nerelerde yatarsın?" dedi. Sonra elini kemerine atıp ve meşin bir kese çıkardı. Keseden birkaç gümüş akçe alıyordu ki, meczup beklenmedik bir şey yaptı. Belinden çektiği kısa saplı bir hançeri Sokullu Mehmet Paşa'nın böğrüne sapladı. Odadaki herkes donakalmıştı. Güvenlik görevlileri hemen meczuba müdahale etti; ama iş işten geçmişti. Sokullu kan kaybediyordu. O haliyle bile çevresindekilere sakin olmaları gerektiğini öğütlüyor, delinin bunu bilmeden yaptığını söylüyordu. Yanındakiler sadrazamın bu sakin tavrından bir şey anlayamadılar; ama o, bu hadisenin dün gece yaptığı ihlaslı duanın bir neticesi olduğunu anlamıştı. Evet bu büyük insan, Kosova Savaşı'nda milletinin selameti adına hançerlenerek Şehit edilen Birinci Murat Han gibi Şehit oluyordu. Şehit olurken şaşıyordu. Bir gece önce yaptığı duayı Yüce Rabb'i ne kadar da çabuk kabul etmişti. Gözlerini bu fani dünyaya kapattığında, yüzünde öbür alemin güzelliklerini taşıyan bir tebessüm kalmıştı. Belki de, bu son anında, onu ötelere davet etmek için gelenlerin arasında Birinci Murat Han da bulunmaktaydı.
Okuduğunuz İçin Teşekkürler Yorumlarınızı Bekliyorum...
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu