Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

Zamana yenik düşen meslekler

> 1 <

FuRKaN216

grup tuttuğum takım
Albay Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 7836 ileti
Yer: lere tükürmeyin tükürülcek o kadar surat varken:D
İş: de bu benim profilim:)
Kayıt: 13-12-2006 18:56

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #212021 19-05-2007 20:33 GMT-1 saat    
AYVAZLAR

Avrupa malikanelerindeki servantların bir benzeri olan ayvazlar, XVIII. Yüzyılda Osmanlı yaşantısına katıldı. İşe koyulmuş, hazır bekleyen anlamına gelen bu kelime, çoğu Van yöresinden gelen ve konaklarda çalışma imkanı bulan Ermeni gençlerine deniyordu. Kimi zaman Kürtler'den de ayvazlık yapan oluyordu. Tercih sebepleri ise beden gücüne sahip işlerde becerikli olmalarıydı. Ayvaz istihdamı, Osmanlı'nın batıya açılışıyla birlikte yazın sayfiyelere kışın konakları arası ilişkilerin artmasıyla yaygınlaştı. Konaklardaki ayvazlar bekçilik yapar, geleni karşılar, oda kapılarında emir için bekler, yemek servisi yapar, odun kırar, su taşır, çarşı Pazar işlerine bakar ve gerektiğinde kayıkçılık bile yapardı. Ayvazların ahır ya da ambara bitişik olan kaldıkları yere ise ayvaz evi denirdi. Ayvazlar kalıpsız fes, hem Ermeni hem de ayvaz olduklarını gösteren mor veya mavi bir puşi, sırtlarında sarta yada omuzdan iliklenen kapalı yelek, siyah şalvar, kaba kundura, renkli çorap ve siyah kuşak giyerlerdi. II. Meşrutiyet döneminde yaşanan kıtlıkla birlikte varlıkları sona erdi.


TANZİFATÇILAR

Pirleri Verrad Berberi olan tanzifatçılar, 17. yüzyılda 500 nefer kadardı. Üzerilerinde kırmızı ve siyah meşin kaftanlar vardı. Başlarında teke ve hamid külahları, omuzlarında uzun sırıklar üzerinde çapa demir, arkalarında müdevver ağaç tenekeler, ellerinde kazmalar, süpürge, kürek, omuzlarında zembil, harar ve har ü haşak sepetleri bulunur, ta ki kasıklarına kadar battal siyah çizmeler giyerlerdi. “Çöp çıkaram” diye bağırarak sokaklarda dolaşır, evlerin kapılarını çalarak aldıkları çöpleri sırtlarındaki küfelere yükleyerek götürürlerdi. Bu kişiler çoğunlukla ermeniydi. O zamanlar şehrin meydanları gayrımüslimlere temizlettirilir, caddeleri yeniçeriler süpürür, sokakları mahalle halkı süpürürdü. Ama yine de İstanbul'un çok temiz bir şehir olduğu söylenemezdi.


ATTARLAR

Osmanlı döneminde, usta-çırak usulüyle yetişen attarlar, ilaç yapımında kullanılan hammaddeleri satan ve ilaç hazırlayan esnaf topluluğuydu. Bu meslek erbabı, dış ülkelerden getirilen nebati, hayvani ve cemadi hammaddeleri “kökçü” denilen esnaftan aldıkları maddeleri ve kendilerince hazırlanan ilaç tertiplerini satıyorlardı. Bunların arasında amel, basur, öksürük hapları, pehlivan yakısı, çocuk macunu ve yara merhemini saymak mümkün. Kimi İstanbul attarları ise kaliteli hammadde elde etmek için bahçelerinde adaçayı, biberiye, boruçiçeği, hatmi, kekik, kudret narı, oğulotu, reyhan ve zater gibi tıbbi bitkiler yetiştirip yaprak ve köklerini zamanında toplayıp kurutarak tezgaha koyarlardı. İstanbul'da 17. yüzyılda ilgili maddeler satan 300 macuncu, 41 gülsucu, sekiz ilaç yağı satıcısı, 70 dekçi attar, iki bin hoca attar, 35 amberci, 25 buhurcu, üç bademyağcı dükkanı vardı. Ancak 1850'lerde bu sayılarda düşüş başladı. Bunda bugünkü eczanelerin çoğalması ve hazır ilaçların ülkeye girmesi etkili oldu.


CEZZARLAR

Esnafın henüz yerleşik hayata geçmediği eski dönemlerde cezzarlar, tıpkı ciğerciler gibi omuzlarında üzerine etler dizilmiş bir sırık, ellerinde etleri kesecek büyük bir bıçak ve bellerine bağlı bir peştemalla sokaklarda dolaşırlardı. Mallarını satabilmek için de “semiz” ya da “semiz etlerim var” diye bağırırlardı. En çok satışı pazarlarda yaparlardı. Şehirlere yerleşimin artmasıyla birlikte pek çok esnaf gibi cezzarlar da yerleşik düzene geçti.


KASSARLAR

Eski kayıtlarda kassar şeklinde tesadüf edilen çırpıcı kelimesi Türk diline “çırpmak” kökünden geldi. Boyalı şeyleri çırpıp suya vuran anlamına gelir. Kassarlar ise özel bir şekilde inşa edilmiş taş havuzlarda halı, kilim, tülbend, keçe ve benzeri şeyleri yıkama yani suda çırparak temizleyen kişilere denirdi.


MAHYACILAR

Ramazan ve bayram gecelerinde çift minareli camilerde iki minare arasında gerili iplere kandiller asarak yazı yazma ya da şekil yapma geleneği, İslam dünyasında sadece Türklere özel olup özellikle İstanbul'da gelişmiş bir sanattı. Mahyacılar, çifte minareli camilerin minarelerinin arasında “dış mahya”; Ayasofya, Sultanahmed, Süleymaniye ve Nuruosmaniye camilerine de “iç mahya” kurarlardı. Bir mahya için yaklaşık 8 kg yağ harcanırdı. Kurulmadan önce kareli bir kağıt üzerine kalıbı hazırlanıp kandillerin yeri belirlenirdi.


SAVATÇILAR

Arapça “kara” anlamına gelen sevad sözcüğünden gelen savar, gümüş üzerine kara nakışlar yapılan bir sanat dalıydı. Savat yapılmadan önce önce bu işin tatbik edileceği eşyaların; tokaların, kemerlerin, hançer kabzalarının, tütün tabakalarının, muskaların ve dua taslarının yüzeylerine kalemkarlar tarafından çeşitli şekillerin işlenmesi gerekirdi. Bundan sonra savatçılar belirli oranlarda gümüş, bakır, kurşun ve kükürt karışımından elde ettikleri bir alaşımı dövüp tülbentten geçirerek ince siyah bir toz hazırlarlardı. Bunu söz konusu motif, yazı ve resimlerin üzerine kuru olarak sıvayarak “ekme savat”, toza boraksla karıştırıp macun haline getirdikten sonra sürmek suretiyle de “sürme savat” yaparlardı. I. Dünya savaşı öncesinde Van'da 120 dükkanda 400 dolayında savatçı ustası ve kalfası vardı. Ayrıca Sivas, Erzincan, Trabzon ve Samsun'da da bu sanat çok gelişmişti. Öyle ki savatlı Türk tabakaları tim Avrupa'da özellikle de Paris kuyumcularında kendine yer edinmişti. Anayurdu Dağıstan olan savatçılık, Osmanlı'da 150 yıl kadar altın devrini yaşadı.


KEMANKEŞLER

Ok, Türkler'in savaşta en büyük silahları, okçuluk da barışta en büyük sporlarıydı. Türk boyları dünyanın dört bir yanına dağılırken ok ve yayı da beraberlerinde götürürdü. Osmanoğulları da fethettikleri her diyarda bir okmeydanı inşa ederlerdi. Fetihten sonra İstanbul'da da bir okmeydanı kuruldu. II. Bayezid döneminde buraya bir de okçular tekkesi yapıldı. Tekkede toplantı ve idman salonlarının yanı sıra hocalar için özel daireler, kemankeş denilen okçulara ücretsiz yemek dağıtan bir aşevi vardı. Ancak okmeydanında ok savurmak için okçu lisansı sayılan “kabze” alınması şarttı. Bunun için 900 gez (596 m) mesafeye ok düşürmek gerekiyordu.


SAKALAR

Eski İstanbul evlerinde su ihtiyacı çeşitli şekillerde karşılanırdı. En basit çözüm tabii ki her evin yakınındaki çeşmelerdi. Fakat onlarda çok kalabalık olurdu. Böylece saka loncası, evlere para karşılığında su taşıyan kişileri bir araya getirdi. Bu 19. yüzyılın sonuna kadar devam etti. Saka, her gün bıraktığı kırba sayısı kadar evin kapısının kenarına tebeşirle işaret koyardı. Ay sonunda da paralarını toplardı. Fakat hemen hemen her ay müşteriyle saka arasında para toplama zamanı gelince kavga çıkardı. Bazı kesimlerse sakalardan şikayetçiydi çünkü sakalar bazı çeşmeleri kendi mülkleriymiş gibi kullanır buradan su aldıktan sonra çeşmenin suyunu da kesip giderlerdi.


ÇIĞIRTKANLAR

Herhangi bir şey üzerine ilgi toplamak, müşteri çekmek için yüksek sesle bağırtılan adamlardı. İstanbul'da çarşı Pazar boylarında kendilerine mahsus edebiyatı olan bir tabakaydı. Sokaklarda seyyar dolaşan satıcıların her birinde bir çığırtan çalışması zorunlu gibiydi. Bunların başında da Mahmutpaşa çarşısı ve Büyük Kapalıçarşı dükkanlarının çığırtkanları geliyordu.


SELECİLER

Yünden hırkaları, ellerinde alemleri, başlarında hasırdan destarları olan dilenciler 16. ve 17. yüzyıl Osmanlısı'nda yedi bin taneydi. O yıllarda bakacak kimsesi olmayan, bir iş yapamayacak kimselere “cer kağıdı” denilen dilenme ruhsatı verilirdi. Ruhsatı olmayanın dilenme izni yoktu. Ancak bunu pek önemseyen yoktu. Bunun için Tanzimattan önce hepsini kontrol altına almak amacıyla bir esnaf zümresi kabul edildi. Eyüp Camii merkez kabul edilerek “Seele Kethüdalığı” adıyla bir kahyalığa bağlandı.

Kaynak: Hürriyet gazetesi Keyif eki..

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


> 1 <