Eskiden Çanakkale zaferi günlerinde tatlı tatlı, memleketimden, Çanakkale’den bahsederdim. Aslında anlattıklarım göz yaşartıcı hatıralardı ama nihayet onlar hâtıralardı. Annemin Kuva-i Milliye’nin Çanakkale’den gelip İzmir’e geçişleri sırasında, kimbilir kestirmeden gitmek için mi, şimdi bizim yazları oturduğumuz dağ köyünün sahiline inişlerini anlattığı, tasvirlerdeki ayrıntılar, gerçekten de iç parçalayıcı idi.
Askerlerin ayağında paçavraların sarılı, omuzlarında tüfek yerine sopaların asılı olduğu, önlerinde kendileri gibi zayıf, bitkin birkaç koyunun yürüdüğü asker manzaraları. Tatlı tatlılığı şurdan ileri geliyordu ki, İstiklâl Savaşı’nın bu isimsiz kahramanları, artık İstiklâl Savaşı’nı kazanmış bulunuyorlardı ve yoksulluk içindeki bu yürüyüşü İstiklâl Savaşı zaferi taçlandırıyordu. Birçok kere yazmışımdır, benim Molla lakaplı ve medrese mezunu dedem de Suriye ve Çanakkale gazisiydi; aynı zamanda Bombay esiri. İngilizler’in elinde bir süre Bombay’da kaldıktan sonra köyüne dönebilmişti.
Bu sene, hatta geçen seneden beri, ne yazık ki artık Çanakkale’yi anlatırken duyduğum iftihara bir de üzüntü eklendi. Her sene Anzakların içip içip her yeri kirleterek yaptıkları eğlencelerin Çanakkale’yi nasıl rahatsız ettiğini okurduk ve sonra yapılacak bir şey olmadığından, unuturduk. Şimdi yapılanları unutamıyoruz.
Çanakkale savaşlarında yaşananlardan ortaya çıkacak millî şuurun rahatsız ettiği bir takım kesimler var. Duayı, metafizik gerçekleri, iman gücünü bizim savaşlarımızdan ayıramazsınız. Bizim savaşlarımız sadece silâhların konuştuğu teknik başarılardan veya başarısızlıklardan ibaret değildir. Dedem rahmetli son derece “lâik” kafalı biriydi çok küçüktüm ama anlattıklarından, geceleri şehid arkadaşlarının birbirine seslendiği hikâyelerini unutmuyorum. Şimdi rehberlere didaktik, kuru bir anlatım tavsiye ediliyormuş duyduğum kadarıyla. Bu tutum Çanakkale savaşını eksik bırakır. Kıbrıs savaşını da, Kore savaşını da, hatta Güneydoğu’daki savaşı da eksik bırakır.
İş bununla kalmıyor, geçen sene çok belirginleşen bir karşı taarruza geçti “tek dişi kalmış canavar”ın temsilcileri.
2003’te Millî Park’a ait plan ve projeler tamamlanır. Birtakım inşaat da, büyük bir hızla bitirilir. Genelkurmay’ın yardımıyla 60.000 şehidin envanteri çıkarılır, 4 kat şehidin gömüldüğü Kocatepe köyü yakınındaki şehidlik ve bununla beraber 28 şehidliğin yeri, Şevki Paşa haritasının lejandı Avustralya’dan getirilerek tesbit edilir.
Şehitliklerin yapımına sıra gelince tuhaflıklar başlar. Bill Sellars adlı gazeteci Türkiye’ye gelir (eşi Türk asıllıdır), Eceabat’a yerleşir.
Bu adamın daha önce PKK ile ilgili çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Sellars cedleri gibi bir taarruza geçmek lüzumunu duyar. Yarımadayı bir güzel gezip inceledikten sonra, “Mezarların tahrip edildiği, Lozan’a aykırı çalışmalar yapıldığı”nı öne sürerek yerli basının bir kısmıyla birlikte, bir yaygara koparır.
Yapılan çalışmaları desteklemek üzere bölgeye giden Millî Parklar Genel Müdürü Mustafa Kemal Yalınkılıç, bu adama çalışma izni olup olmadığını sorar ve olmadığı cevabını alınca onu bölgeden dışarı çıkarmak ister. İşte Sellars’ın verdiği cevap:
“Kimin toprağından kimi çıkarıyorsun?”
Sellars’ın yazıları üzerine Avustralya ile Türk Dışişleri arasında yazışmalar başlar. Bu arada Avustralya ve Türk başbakanlarının 26 Nisan 2005’te (bundan bir yıl önce yani) yaptıkları bir görüşmede “ANZAK” bölgesinde turistik amaçlı ilave inşaatın durdurulması kararı alınır. Avustralya hükümeti durumu araştırır ve iddiaların gerçek olmadığını tesbit edince yetersiz bilgi veren büyükelçilik görevlisini geri çeker. İnşaat devam etti mi diye soracak olursanız, hayır. Dışişlerinden Çevre ve Orman Bakanlığı’na Büyükelçi Süha Umar imzasıyla gelen yazıyla, “Anafartalar Sahil Yolu Projesi” durdurulur.
Bu arada Avustralya hükümetinin bu işe müdahaleden vazeçtiğini sanacaksınız değil mi, hayır, Türkiye’ye nota üstüne nota verirler. Gelibolu’da bir teftiş yapılması istenir. Bakı Terasları Projesi de durdurulur. Halen görev yapan mezarlıklar koordinatörlüğüne, ek olarak Avustralya hükümeti tarafından görev tanımı tam olarak bilinmeyen bir bölge koordinatörü atanır. Ayrıca Anzak koyunun (neden, hangi akla hizmetle bu isimler verilmiştir bu koylara, bu yollara?) “Avustralya Kültürel Mirası” ilan edilmesi istenir. Ancak, bu talep kabul edilecekken son anda Allah razı olsun, görünmeyen bir el tarafından reddedilmesi sağlanır. Eğer kabul edilseydi, bu alan içinde bir Türk suç işlese, Avustralay makamları tarafından yargılanacaktı. Yani “tezkere” olayının başka bir çeşitlemesi burda karşımıza çıkıyor.
Ben şimdi Avustralya’dan, Çanakkale üzerine konuşan kimi görsem bu yüzden sinirleniyorum. Bugün gene bir kadını gördüm, atalarının ruhundan falan bahseden bir elçilik görevlisi, gene sinirlendim.