> 1 <
Kırık Link Bildir! #301547 20-05-2008 07:54 GMT-1 saat
Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak."Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil."
Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek."Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi."
Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak."Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!"
Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.
Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak."Annesinin ölümünden sonra dağlara düştü."
Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak."O, dağları devirir bir adamdır."
Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak."Yine bir dalavere çevirmesin bu adam!"
Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak."Bu mesele daha fazla dal budak salmadan hemen halledilmeli."
Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek."Daldan dala konmayı bırak da bir işe sarıl artık."
Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek."Dalıma basıp da beni çileden çıkarma lütfen!"
Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak."İşi dallandırıp budaklandırmada üstüne yok hani!"
Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek)."Damdan düşer gibi söz söyleyince ortalık birbirine girdi."
Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak."Allah`tan korkmazsan ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun."
Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi."Damokles`in kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle!"
Dananın kuyruğu kopmak: Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi."Dananın kuyruğu bu gece kopacak, inşallah hayır demezler."
Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak."Danışıklı dövüş insanların mertlik anlayışını tamamen öldürdü."
Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak."İyice dara düştük, geçinmekte güçlük çekiyoruz."
Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak."Biraz erken kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, güzel olsun."
Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum."Evel Allah bu dar boğazı da aşacağız."
Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.
Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek."Öğretmeninin karşısında darda kalmak istemeyen Ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi."
Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetmeyen."Dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar."
Darısı (dostlar) başına: "Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim" anlamında kullanılır.
Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan."Dar kafalı insanlarla anlaşmak oldukça zordur."
Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak."Davul çalıp bizi elâleme rezil etti."
Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak."Sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar."
Defterden silmek: İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak."Ali`yi defterden iyice sildim."
Defteri dürülmek: 1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek."Onun da defterini dürecekler yakında.
Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak. "O defteri kapadık biz, artık soru sormayın.
Deli divane olmak: Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak."Delikanlı o kız için deli divane oluyordu."
Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık."Bırak artık şu deli fişek adamla arkadaşlık etmeyi."
Deliksiz uyku: Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku."Bu gece deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum."
Demir atmak: 1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak."Gemiler fırtına başlayınca koya girip demir attılar."
Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.
Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek."Eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü."
Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak."Sana ne ki o işin derdine düştün?"
Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu."Onlar yıllar yılı birbirlerinin dert ortağı olarak yaşamışlardı."
Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak."Karısına bağırdı diye annesini kapıya attı, bütün civar köylere destan oldu."
Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça."Onun yaptığı iş devede kulak kalır."
Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin."Tam anlamıyla bir deve kini besliyordu komşusuna karşı."
Deveye hendek atlatmak: Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak."Senin yaptığın deveye hendek atlatmak, bırak şu garibin yakasını."
Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.
Dışı eli (seni) yakar, içi beni: "Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır."Ah bir bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni."
Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak."İnan, diken üstünde oturuyorum şurada."
Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak."Biraz daha dikine giderse başına büyük bir belâ gelecek bu çocuğun."
Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak."Bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor."
Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.
Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak."Ata sözleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi."
Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek."Peşine düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi."
Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan."Dil ebesi bir adam o, sen onunla başa çıkamazsın."
Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak."Allah kimseyi dile düşürmesin, kadıncağız sokağa çıkamaz oldu."
Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek."Dile geldi dağlar, avuttu onu!"
Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak."Hiç umulmadık bir anda konuyu dile getirdi, hepimizin anlamasını sağladı."
Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç."Evet, dile kolay, haydi yap da görelim."
Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak."Dili açıldı çok şükür!"
Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek."Babasını aniden karşısında görünce dili dolaştı, kekelemeye başladı."
Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak."İnşaallah dilim dönmeden meseleyi anlatır da kurtulurum ondan."
Dilinden kurtulamamak: Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak."Ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım onun?"
Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak."Size söyleye söyleye dilimde tüy bitti."
Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.
Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak."Dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir türlü söyletemiyorum."
Dilinin ucuna gelmek: 1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek."Dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleyemedi."
Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak."Dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldiğini sana söylemediler mi?"
Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek."Korkudan neredeyse dilini yutacaktı."
Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış herşeyi söyleyebilir.
Dili olsa da söylese: "Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.
Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek."Sevinçten dili tutuldu bizim kızın."
Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse."O uzun dilini bana kestirmeden çek içeri!"
Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak."Sana git demeye dilim varır mı sanıyorsun?"
Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek."Cephede gösterdiği yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu."
Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak."Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!"
Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak."Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun."
Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek."Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim."
Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık."Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler."
Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek."Gel şu işten vazgeç, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma."
Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak."İnsanı dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri!"
Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.
Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).
Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı."Her Müslüman dini bütün olmak zorundadır."
Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır."Memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar, sıfıra sıfır elde var sıfır."
Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli."Bir aileye önce dirlik ve düzenlik gereklidir."
Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak."Onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim."
Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak."Desene boşuna dirsek çürütmüşsün."
Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak."Bana diş bilediği bakışlarından belli."
Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli."Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum."
Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek."Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!"
Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek."Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı."
Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek."Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir."
Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek."Seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum!"
Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda."Tam da dişime göre, onu yenebilirim."
Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak."Biraz daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız."
Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak."Biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık, yıkmalarına izin vermeyeceğim!"
Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.
Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için)."Açlıktan kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı."
Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için)."Çukuru diz boyu kazmışlardı."
Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak."Düşman askerleri önümüzde diz çökmüşlerdi."
Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek."Bizim kitabımızda dize gelmek yoktur!"
Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek."İki saatte düşmanı dize getirebiliriz."
Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak."Dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içinde boğulup kalacak, üretim yapılamayacak."
Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek."Yönetim, dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar."
Dizini dövmek: Çok pişman olmak."Çocuklarını küçük yaşta eğitmezsen sonradan dizini döversin."
Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek."Yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü."
Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak."Göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak babasının."
Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak."Dobra dobra konuşan insanları severim."
Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.
Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek."İşe geç kalmıştı, yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu."
Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.
Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak."Yine ne dolap çeviriyor acaba?"
Dolma yutmak: Kanıp aldanmak."Ona dolma yutturacağını hiç sanmam!"
Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak."Kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üstüne."
Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir. "Her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.
Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek."Domuzdan bir kıl koparmak kârdır."
Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde."Adamı, don gömlek kalacak kadar soydular."
Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil."Güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün!"
Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek."Düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini toplayamazsın."
Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak."Nasıl oluyor da, bu adam hep dört ayak üstüne düşüyor?"
Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi."Alırsam dört başı mamur bir ev alacağım."
Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak."Kadıncağız haberi alır almaz odanın içinde dört dönmeye başladı."
Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek."Başarılı olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine!"
Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek."Annemin yolunu dört gözle beklemeye başladım."
Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek."Yeni alınan elbiseye şöyle bir dudak büküp geçti."
Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak."Beni karşısında görünce dudağını ısıracak eminim."
Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek."Yazdığı son kitabıyla dudak ısırttı herkese."
Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak."Silâhını çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı."
Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak."Askerler ortalığı toz duman ettiler."
Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş."Şu elmalara bak, daha dumanı üstünde bunların."
Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak."Çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni!"
Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan."Adam durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi!"
Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya."Yıllar yılı durup dinlenmeden çalıştım sizin için."
Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken."Durup dururken bir tokat attı arkadaşına."
Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak."Onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da Hasan demesinler!"
Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı."Biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki!"
Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak."Ağabeyim savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik."
Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer."Hayrola, dün akşam sizin sokak düğün evi gibiymiş!"
Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak."Yine ne dümen çeviriyorsunuz siz?"
Dümen kırmak: Yön değiştirmek.
Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak."Başkasının dümen suyundan gidenler kişiliklerini bulamazlar."
Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi."Dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok benim."
Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek."Trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının dünyası başına yıkılmıştı."
Dünya bir araya gelse: "Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır."Dünya bir araya gelse de ben o adamla barışmam."
Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak."Bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez oldu sanki."
Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak."Sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın, ne anlarsın bu işten, lütfen karışma!"
Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken."Dünya gözü ile Almanya`daki kardeşimi bir daha görsem."
Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek."Babası istediği oyuncağı getirince dünyalar onun oldu sanki."
Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak."Elbet sen de bir gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaksın."
Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer."Ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor."
Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak."Sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana."
Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak."Bırak artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini!"
Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak."Sokak serserileriyle düşe kalka iyice bozuldu, sapıttı."
Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak."Düşeş attı bizim oğlan, şimdi yanına da yaklaştırmaz kimseyi."
Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak."Düşman çatlatmakta da üstüne yok senin!"
Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak."Yalnız benim değil, bütün ailenin düşmanı kesilmişti."
Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak."Acele etme, düşünüp taşın öyle karar ver."
Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek."Seni bu hâle getirenler düşüp kalktığın arkadaşlarındır. Hâlâ anlamadın mı?"
Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın."Sana hiç yakışmamış, düttürü Leylâ gibi olmuşsun."
__________________________________________________________________
Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse."Ecel aman verirse torunumu da görürüm."
Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak."Köprüden geçerken ecel terleri döktüler."
Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek."Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek."
Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek."Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?"
Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan."Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı."
Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek."Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış."
Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak."Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı."
Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak."O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı."
Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak."Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler."
Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek."O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen."
Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak."Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o."
Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak."Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi."
Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri."O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!"
Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para."Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor."
Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar."İkramiye ile eksiği gediği kapadılar."
Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz."Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu."
El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak."İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti."
El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice."Parayı el altından verdi."
El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak."Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!.."
El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek."Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır."
El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek."Kur`ân`a el basarım ki bu işi ben yapmadım."
El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme."Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi."
Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak."Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı."
Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek."Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma."
Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak."Şu kasadaki üzümler elde kaldı."
Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek."Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin."
Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak."O arsa elden çıktığı için üzüldüm."
Elden düşme: Az kullanılmış."Elden düşme bir araba aldı."
Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek."Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı."
Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek."Yaptığın işi bir daha elden geçir."
Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak."Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti."
Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek."Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım."
Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek."Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer."
Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak."Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."
El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi."Alışverişten el elde baş başta döndü."
Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak."Şu dosyayı bir daha elekten geçirin."
El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak."Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz."
El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı."El emeğinin karşılığı değildir bu para."
Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak."Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı."
Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen."Eli açık olan insanları severim."
Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan."Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım."
Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak."İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister."
Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek."Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri."
Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak."Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor."
Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz."Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız."
Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan."Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış."
Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek."Eli boş döneceği hiç aklıma gelmezdi."
Eli böğründe kalmak: Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak."Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı."
Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak."Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı."
Eli çabuk: Süratli iş gören."Eli çabuk adamlara ihtiyacımız var."
Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken."Eli darda insanlara yardım etmek insanlık borcudur."
Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak."Odanı temizlemeye elim değmiyor."
Elifi görse mertek sanır: Cahil, okuması yazması yoktur."Ona mı akıl danışıyorsun, elifi görse mertek sanır o. "
Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören."İğneyi Hatice hemşireye vurdurun eli hafiftir onun."
Eli kalem tutmak: 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek."Elin kalem tutmaz mı senin?"
Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş yapamamak."Bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine ihtiyacımız yok."
Elinden tutmak: 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek."Hayatım boyunca elimden tutan olmadı."
Eline düşmek: 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak."Düşmanın eline düşmemek için bir yol bulmalıyız."
Eline su dökemez: Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride."Sen hamur açmakta Fatma`nın eline su dökemezsin."
Elini çabuk tutmak: Hızlı davranmak, acele etmek."Elimizi çabuk tutup şu kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım."
Elini kana bulamak: Birini öldürmek veya yaralamak."Zavallı çocuk, boş yere elini kana buladı."
Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.
Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak."Bunca ağır suç işlemesine rağmen elini kolunu sallaya sallaya gezmesi şaşılacak şey doğrusu."
Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak."Ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu görmedim daha!"
Eli sıkı: Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu."Bu kadar eli sıkı bir adam olmak zorunda değilsin."
Eli uzun: Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.
Eli varmamak: Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak."Bulaşıkları yıkamaya bir türlü elim varmıyor."
Eli yatmak: Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.
Eliyle koymuş gibi bulmak: Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak."Onca şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi."
El kadar: Küçük, küçücük."El kadar çocuk işime karışamaz benim."
El kaldırmak: 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek."Sen ne cüretle babana el kaldırırsın!"
El kapısı: 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu."Yıllarca el kapılarında çalıştım durdum."
El koymak: 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak."Hükümetin el koyduğu arazi burdan başlıyor."
Elle tutulur gözle görülür: Çok açık, gizli bir tarafı yok."Şu zamana kadar elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen?"
El oğlu: 1. Yabancı. 2. Damat."El oğluna güvenme sakın!"
El sürmemek: 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak."İşe el sürmeye vakit bulamadım daha."
El uzatmak: 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak."O bizim bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız hemen."
El üstünde tutulmak: Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek."Dedem ailemizde el üstünde tutulurdu."
El yordamıyla: Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak."El yordamıyla kibrit kutusunu buldum."
Emeği geçmek: Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak."Şu caminin yapımında kimlerin emeği geçmedi ki."
Emek vermek: Bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak."İyi bir sonuç mu almak istiyorsun? Emek ver, gayret et."
Emir kulu: Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse."Emir kulu olmak o kadar da kolay değil."
Eninde sonunda: Nihayet, en sonunda."Eninde sonunda onu bulacağım."
Enine boyuna: 1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam)."Şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim."
Ensesi kalın: Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse)."Neden şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz."
Ensesinde boza pişirmek: Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek."İşlerin yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı."
Ensesine yapışmak: Yakalamak."Bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun."
Ense yapmak: Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak."Ense yapmayı bırak da biraz işle ilgilen."
Er geç: Ne zaman olsa, mutlaka."Er geç onu bulacağım."
Esamisi okunmamak: Adı anılmamak, değer verilmemek."Onun buralarda hiç esamisi okunmaz."
Es geçmek: Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak."Borç meselesini es geçmesine fırsat vermeyin."
Esip savurmak: Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak."Davet edilmediğini öğrenince esip savurmaya başladı."
Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı.
Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek."Eski defterleri karıştırmayı bırak artık".
Eski hamam eski tas: Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış."Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas."
Eski kafalı: Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı."Eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne?"
Eski kurt: Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni deneyimi sayesinde hemen anlayan."O da eski kurtlardandır."
Eski toprak: Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse."Sen eski topraksın, bizim gibi birkaç genci daha cebinden çıkartırsın."
Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: İşini güvenli kılacak önlemler almak."Ne demişler: Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah`a ısmarla."
Eşek kadar: Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş."Eşek kadar oldu ama hiç söz dinlemiyor."
Eşek sudan gelinceye kadar dövmek: Adamakıllı, çok ve iyi dövmek."Eğer aklını başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı?"
Eşek şakası: Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka."Ben eşek şakasından hiç hoşlanmam."
Eşiğine yüz sürmek: Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek."İnsanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekir."
Eşiğini aşındırmak: Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek."Şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk."
Eşref saat: 1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman."İzin alabilmek için müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı."
Eteği ayağına dolaşmak: Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak.
Eteğine yapışmak: 1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek."Korkudan annesinin eteğine yapıştı."
Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak, heyecanlanmak."Babasını parkta göremeyince etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi?"
Etekleri zil çalmak: Çok sevinmek, işler yolunda olmak."Yazılı sınavı umduğundan iyi geçen Halit`in etekleri zil çalıyordu."
Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak."Bu makama etek öpe öpe çıktı soysuz herif."
Eti ne butu ne?: 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük."Ona baskı yapma, zavallının eti ne butu ne?"
Eti senin kemiği benim: Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.
Et kafalı: Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.
Etliye sütlüye karışmamak: Kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek."Kendine sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme oğlum."
Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek."Çocuklar Nasreddin Hoca`nın etrafında dört dönmeye başladılar."
Et tırnak olmak: Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak.
Ettiğini bulmak: Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.
Ev açmak: Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek."Evlendikleri günün ertesinde ev açmaya karar verdiler."
Evde kalmak: Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi."Evde kalmak korkusu zavallı kızı yiyip bitiriyordu."
Evdeki hesap çarşıya uymamak: Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek."O kadar uğraştık ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık."
Evlât acısı gibi içine çökmek: Kaybettiği bir şey için çok üzülmek."Bahçeye diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içine çökmüştü."
Eyere de gelir semere de: Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir.
Eyüp sabrı: Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.
Eyvallah demek: 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken "Allah`a ısmarladık" anlamında kullanılır.
Eyvallah etmemek: Minnet altına girip boyun eğmemek."Aç kaldı, susuz kaldı ama kimseye eyvallah etmedi."
Ezbere iş görmek: İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak."Ben sana ezbere iş görme demedim mi?"
Ezilip büzülmek: Güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıldığını davranışlarıyla belli etmek."Hiçbir insanın karşımda ezilip büzülmesine tahammülüm yoktur."
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu
Ulaşmak isteyen arkadaşlar mesaj atabilirler...