Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

Zekatın Şartları

> 1 <

kdgd_yakup
Ses Etme Sükunet !

grup tuttuğum takım
Yüzbaşı Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 1789 ileti
Yer:
İş:
Kayıt: 10-12-2006 11:40

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #339675 15-08-2009 02:46 GMT-1 saat    
Zekatın Şartları

Zekâtla ilgili fıkhî bilgi ve tartışmaların başında, zekâtın kimlere hangi şartlarda farz olduğu ve verilen zekâtın geçerli olabilmesi için ne gibi şartların gerektiği hususu yer alır Ancak buna geçmeden önce konuyla ilgili bazı temel terimlerin açıklanmasında fayda vardır

Zekâtın vücûb sebebi zenginliktir Artıcı vasıfta belirli bir miktar mala mâlik olan kimse zekât açısından zengin sayılır Zenginliğin ölçüsü sayılan miktara ve alt sınıra “nisab” tabir edilir Borcundan ve tabii ihtiyaçlarından fazla nisab miktarı artıcı mala sahip olan ve bu malının üzerinden bir kamerî yıl geçen kimse zekât ödemekle mükellef olur

Zekâtın rüknü, yani onun yapısından bir parça teşkil eden unsur, zenginlik ölçüsü sayılan miktardaki maldan zekât borcunu çıkarmak ve onu hak sahibine temlik ve teslim etmektir

Zekât; müslüman, hür, akıllı, bâliğ, tabii ihtiyaçlarından fazla artıcı vasıftaki mala tam bir mülkiyetle mâlik olan ve bu mâlik oluşunun üzerinden bir (ay) senesi geçen kimselere farzdır Bu farzın sahih olarak ödenebilmesi için de ehline verilmesi ve verilirken de niyet edilmesi gerekir

Görüldüğü gibi zekâtın farz olabilmesi için hem mükelleflerle ve hem de mallarla ilgili şartlar vardır Aynı şekilde bu farzın edasının sıhhati için de birtakım şartlar aranmaktadır

A) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI
Bir kimsenin zekâtla yükümlü (mükellef) tutulabilmesi için gereken şartlar, ilmihal dilinde, vücûb şartları veya zekâtın farziyetinin şartları olarak da anılır Zekâtla yükümlülük için gereken şartların bir kısmı mükellefte, bir kısmı da malda aranan bazı özelliklerdir

a) Mükellef ile İlgili Şartlar
Zekât, İslâm'ın beş esası arasında yer alan bir ibadet olması sebebiyle, namaz ve oruçla mükellefiyette söz konusu olan şartlar, ilke olarak, zekâtta da aranır Ancak zekât, sosyal yardımlaşma ve dayanışma içeriği de taşıyan malî bir mükellefiyet olması ve üçüncü şahısların haklarını da ilgilendirmesi sebebiyle, diğer ibadetlerde aranan akıl ve bulûğ şartının bunda aranıp aranmayacağı tartışma konusu olmuştur

Zekât bir ibadet sayıldığı için, öteden beri, zengin gayri müslim vatandaşların, zekâtla yükümlü olmaları hiç gündeme gelmemiş, bunun yerine onlardan başka isimler altında başka vergiler alınmıştır
Çocuk ve akıl hastalarının “öşür” denen toprak ürünleri zekâtından sorumlu olduklarında görüş birliği bulunmakla birlikte, bunların zekâta tâbi diğer mallarından zekât alınıp alınmayacağı konusunda farklı iki görüş ileri sürülmüştür Ebû Hanîfe akıllı ve bâliğ olmayanları, toprak ürünleri ve kamu hukukunun bir parçası olarak alınan zekât türü hariç, zekâtla mükellef tutmamıştır Fakihlerin çoğunluğuna göre ise akıl hastalarının ve çocuğun malları zekâta tâbidir Bu borcu veli ve vâsileri öderler Zekât vekâletle yerine getirilebilen malî bir ibadettir Veli zekâtta çocuğun ve akıl hastasının vekilidir Bu vecîbeyi yerine getirmede onun yerini almaktadır, dolayısıyla onlar adına zekât verir

Bu iki farklı görüşten, çoğunluğun görüşü daha güçlü ve tercihe şayan görünmektedir Çünkü zekât netice itibariyle zenginliğin borcudur, topluma karşı bir yükümlülük mahiyetindedir ve sosyal adaletin gerçekleşmesine hizmet etmektedir

b) Mal ile İlgili Şartlar
Kur'an zekâta tâbi olan mallara genel olarak temas etmiş (bk et-Tevbe 9/103), Hz Peygamber de hadislerinde hangi malların ne şartlar içinde zekâta tâbi olacaklarını belirtmiş, zekât memurlarına vermiş olduğu tâlimatlarda bu mallardan nasıl ve ne şekilde zekât tahsil edileceğini öğretmiştir Zekâtla ilgili olarak daha sonraki dönemde oluşan fıkıh doktrini de Hz Peygamber ve sahâbe dönemindeki bu uygulama örnekleri etrafında gelişmiştir Bunun sonucu olarak, bir malın zekâta tâbi olabilmesi için “tam mülk olma”, “artıcı özelliğe sahip olma”, “nisaba ulaşmış olma”, “tabii ihtiyaçlardan fazla olma”, “üzerinden bir yıl geçmiş olma” gibi şartların arandığı görülür Ancak bu şartların gerekliliğinin Kur'an'da veya Hz Peygamber tarafından açıkça zikredilmediğini, fakihlerin ilk dönemlerdeki zekât tahsil örnek ve usullerinden bu sonucu çıkardıklarını burada belirtmek gerekir Zekât konusundaki klasik fıkıh doktrini bu metotla ve böyle bir süreçte oluşmuştur

İslâm hukukçularının “mal” kavramıyla ilgili görüşleri, İslâm toplumunun ekonomik gelişim seyriyle âdeta paralellik arzeder Hanefîler'e göre mal, insanın mâlik olduğu ve kendisinden âdete uygun olarak yararlandığı her şeydir Fakihlerin çoğunluğu menfaatleri “mal” kabul ederken Hanefîler karşı görüştedir Ancak zekât hukuku bakımından Hanefîler'in görüşü daha ağırlıklı görünmektedir

1 Tam Mülkiyet Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için şart olan “tam mülk (el-milkü't-tâm)” tabirinden maksat o malın, hem kendisinin (ayn) hem de menfaatlerinin, sahibinin tasarruf salâhiyet ve kudreti altında bulunmasıdır Yani mal, mükellefin fiilen elinde veya onun tasarrufu altında bulunacak, ona başkalarının hakkı taalluk etmiş olmayacak, o maldan ortaya çıkacak fayda mükellefe ait olacaktır

Tam mülk olma şartının zekâta tâbi mallarda aranmasının başlıca sonuçları şunlardır:

Fakihlerin çoğuna göre;
1 Belirli sahibi olmayan mallar zekâta tâbi değildir Buna göre halkın yararına sunulan, herkesin istifade ettiği mallar, devletin zekât, vergi ve başka gelirlerinden elde ettiği mallar belirli bir mâliki olmadığı için, zekâta tâbi değildir Bu mallar bütün topluma aittir ve onlardan bir kısmı da fakirdir

2 Fakir, yetim ve kimsesizlerin doyurulması, okutulması, cami, mescid, yol, köprü yapımı gibi amaçlarla hayır kuruluşlarına vakfedilen mallar zekâta tâbi değildir Ancak oğluna, ailesine veya falanın oğullarına gibi belirli bir kişi veya kişilere yapılan vakıflar böyle değildir Böyle vakfedilen mallar zekâta tâbidir Çünkü bu durumda vakfedilen malın mülkiyeti vakfedenden vakfedilene geçmekte ve onda sürekli kalmaktadır

3 Hırsızlık, gasp, rüşvet, faiz gibi haram yollarla kazanılan -haram mal- zekâta tâbi değildir Çünkü âlimler haram malı, elinde bulunduranın mülkünü kabul etmemişler, onda tasarrufu yasaklamışlardır

Tam mülk olma şartının Hanefîler'e göre başlıca sonuçları:
1 Elde bulunmayan ve ele geçeceği de umulmayan malda zekât yoktur Kimi Hanefîler'e göre ise faydalanılmayan malda da zekât yoktur Bu ikinci görüşe göre inkâr edilen, gasbedilen, düşman tarafından alınan, kaybolan, denize düşen, sahraya gömülüp yeri unutulan, devlet tarafından müsâdere edilen mallar tekrar sahipleri tarafından ele geçirilmedikçe zekâta tâbi değildir Çünkü bu mallarda elde bulundurma ve tasarruf imkânı yoktur Yani tam mülkiyet yoktur Tam mülkiyetin tanımına ilişkin bu görüş farklılığı, ilk imamlardan nakledilen “Mâlü'd-dımâr'da zekât yoktur” sözünde geçen “mâlü'd-dımâr” tabirinin tefsirinden kaynaklanmıştır

Şâfiîler'e göre ise, malın elde bulunmayışı zekât ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz Buna göre gasbedilen, kaybolan, çalınan, denize düşen vb mallar, sahibinin eline geçince tahakkuk eden bütün zekâtları verilmelidir

2 Ebû Hanîfe'ye göre kocasından vadeli mehrini almadıkça kadın zekâtla mükellef değildir Çünkü o mehre nikâh akdi ile mâlik olmuştur, fakat bu noksan mülkiyettir Kadın mehri teslim almakla ona tam mâlik olur

3 Borçlu, borcuna karşılık olan malından dolayı zekât mükellefi olmaz Elinde olan bu malın mâliki değildir

4 Rehin olarak verilen maldan dolayı da mal sahibi zekâtla yükümlü olmaz Çünkü bu mala mâlik olsa da zilyed değildir Mal, borcu karşılığı rehin alanın elindedir

5 Satın alınıp da teslim alınmamış mallar zekâta tâbidir Çünkü alıcı, satım akdi sonucu bir mala tam mâlik olmuştur Malın elinde olmaması zekâtın alıcıya farz olmasına mani değildir

6 Malı yanında olmayan yolcu zekâtla mükelleftir Çünkü o, vekil aracılığı ile malında tasarrufta bulunabilir

Alacağın Zekâtı: Malın tam mülk olması şartının tabii bir sonucu olarak, bir kimsenin başkasının zimmetindeki alacağı için zekât verip vermeyeceği veya hangi şartlarda vereceği fakihler arasında tartışma konusu olmuştur
Fakihlerin çoğunluğuna göre alacaklar iki ana gruba ayrılır: a) Tahsil edileceği umulan alacaklar, yani ödeme imkânına sahip ve borcunu da kabul eden kimsedeki alacaklar zekâta tâbidir Alacaklı, her sene diğer malları ile birlikte bu alacağının zekâtını da öder b) Tahsil edileceği umulmayan alacakların ise, ancak elde edilince zekâtı verilir Elde edilince, geçmiş bütün yılların zekâtı ödenir diyenler de, sadece son bir yılın zekâtı ödenir diyenler de vardır Hanefî müctehidlerine göre, elde edilmesinin üzerinden bir yıl geçmedikçe bu alacağın zekâtı ödenmez


Hanefî fakihleri, alacağın zekâtı konusunu biraz daha detaylı şekilde ele almışlar ve alacağı üç gruba ayırmışlardır:

a) Kuvvetli alacak (deyn-i kavî): Borç verilmiş paralar ile ticaret mallarının bedelleri olan alacaklardır Bunlar borçlular tarafından inkâr edilmedikçe, tahsil edildiklerinde geçen senelere ait zekâtları da verilmelidir Fakat mükellef alacağından en az 40 dirhem (yani zekât nisabının 1/5′i kadar miktar) tahsil etmedikçe zekât borcunu ödemek zorunda değildir

b) Orta kuvvette alacak (deyn-i mutavassıt): Ev kirası gibi zekât mevzuu olmayan bir malın bedelidir Bu alacakta da geçen senelerin zekât borcu gerçekleşir, ancak zekât borcunun ödenme mecburiyeti için alacaklının en az 200 dirhem miktarı (nisab miktarı kadar) tahsil etmesi gerekir

c) Zayıf alacak (deyn-i zaîf): Mal bedeli olmayan -mehir ve diyet gibi- alacaklardır Bu tür alacak zekâta tâbi değildir Tahsil edildikten sonra diğer şartların gerçekleşmesi ile zekâta tâbi olur

Fakihlerin bu konudaki farklı görüşlerinden hareketle bir özet vermek gerekirse; borçlunun kabul ettiği ve ödeme gücüne sahip olduğu için öden-me ihtimali yüksek olan alacağın her yıl zekâtının verilmesi, borçlunun öde-me güçlüğü içinde bulunması veya ödemeyi kabul etmemesi gibi durum-larda ise elde edildikten sonra alacağın zekâtının verilmesi uygun olur

2 Nemâ Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için aranan şartlardan biri de nemâdır Sözlükte “artmak, çoğalmak, gelişmek” anlamlarına gelen nemâ dinî terim olarak iki kısma ayrılır

1 Hakikî (gerçek) nemâ: Bir malın ticaretle, doğum yoluyla veya tarımla artmasıdır Ticaret malları, hayvanlar ve toprak ürünleri böyledir

2 Takdirî (hükmî) nemâ: Bir malın kendisinde nemâ imkânının bizzat (potansiyel olarak) mevcut olmasıdır Altın, gümüş ve parada olduğu gibi
Bugünkü anlamda nemâ, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi, yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır Böyle mallara “nâmî mallar” denilir Hz Peygamber'in ve ilk dört halifenin uygulamalarını dikkatle izleyen fakihler, bu devirlerde üzerlerinden zekât tahsil edilen malların artıcı vasfa sahip olduklarını tesbit etmişler ve bu vasfı zekâtın vücûb şartı saymışlardır

Beş sınıf mal zekâta tâbidir Bunlar; para (altın, gümüş vb), ticaret malları, toprak ürünleri, hayvanlar, define ve madenler Bu mallar incelendiğinde hepsinin nâmî (artıcı vasıfta) oldukları görülür

Altın ve gümüş başta olmak üzere para artıcı vasıftadır Çünkü mübâdele aracı, değer birimidirler Çalıştırıldıklarında gelir getirir, kâr sağlarlar Saklanmaları ve yatırımdan alıkonulmaları halinde tasarruf aracı özelliklerini korurlar Bunların zekâta tâbi kılınması, sahiplerinin dikkatlerini çekmiş ve paranın yatırıma sevkedilmesini teşvik etmiştir

Ticaret kâr sağlamak, gelir elde etmek için yapılır O halde ticarete konu olan her mal artıcı vasıftadır

Toprak ürünleri ve hayvanlar da bizzat kendileri nâmî vasfa sahiptir Toprak ürünleri emek karşılığı toprağın verdiği yeni bir gelirdir Madenler de böyledir Hayvanlar ise doğurmak, gelişmek, et ve süt vermek suretiyle artıcı vasıf kazanmaktadırlar

Zekâta tâbi mallarda nemâ şartı arandığından, bu şartı taşımayan mallar, meselâ binek hayvanları, çalıştırılan hayvanlar, oturulan evler ve ev eşyaları, meslek kitapları, meslekî aletler ve benzeri mallar zekâta tâbi değildir

3 İhtiyaç Fazlası Olma Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de o malın, mükellefin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerinin (havâic-i asliyye) dışında olmasıdır

İslâm'da diğer bedenî ve malî yükümlülüklerde olduğu gibi zekâtta da mükellefin değişik açılardan durumu göz önünde bulundurularak kişilere mâkul, taşınabilir ve anlamlı mükellefiyetler yüklenmiştir Bu anlayışın bir uzantısı olarak, mükellefin temel ve tabii ihtiyaç maddeleri zekât matrahı dışında tutulmuştur Kur'an'daki “…afvı infak ediniz” (el-Bakara 2/219) âyetini İslâm bilginleri, 'kazandığınız meşrû maldan kendinizin ve aile fertlerinizin tabii ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz' şeklinde anlamışlardır Hz Peygamber de zekâtın varlıktan verileceğini beyan etmiştir (Buhârî, “Zekât”, 18)

Bir kimsenin zekâtla mükellef tutulabilmesi için zengin olmasının gerektiği açıktır Bununla birlikte, hangi tür mal ve alacağa sahip olmanın zenginliğin göstergesi sayılacağı hususu, zekât müessesesine bakış açısıyla ilgili olduğu gibi, toplumların telakkileri ve sosyoekonomik şartlarıyla da yakından alâkalı bir konudur Buna bağlı olarak, hangi tür malların temel ihtiyaç maddeleri sayılacağı ve bunu belirlemede ölçünün ne olacağı hususu da İslâm bilginleri arasında tartışmalı kalmıştır

Esasen ihtiyaç gizli ve kişiseldir Kişilerin dünyadaki arzu ve ihtiyaçlarına bir sınır getirmek de imkânsızdır Bununla birlikte fakihler, temel ihtiyaç maddelerinin belirlenmesini kişilerin şahsî tercihlerine bırakmayı uygun görmeyip birtakım objektif ve açık ölçüler getirmek istemişlerdir Çünkü İslâm'ın aslî ibadetlerinden biri ve sosyal adaleti gerçekleştirmenin de en tabii vasıtası olan zekât mükellefiyetin şartlarını kişilerin dindarlık, diğerkâmlık ve fedakârlık duygularına bırakmak yerine bazı objektif ölçüler belirlemek düzenli ve dengeli bir hak ve görev dağılımı açısından vazgeçilmez bir önem taşımaktadır

Hanefîler'e göre, kişi ve aile fertleri için gerekli bir yıllık gıda maddeleri, giyecekler, sanat ve meslek aletleri, oturulan ev, ev eşyası, binek aracı, ilim için edinilen kitaplar aslî ihtiyaç sayılır

Temel ihtiyaçlar kişinin hayatını korumak ve insan onuruna yakışır bir şekilde sürdürmek için muhtaç olduğu şeylerdir Bir kimsenin yeme, içme, barınma, sağlık, iş ve meslek edinme, seyahat, dinlenme ve eğitim gibi tabii ve temel ihtiyaçlarını içinde yaşadığı toplumun genel iktisadî seviyesine göre lüks ve aşırı sayılmayacak ölçüde gidermesi mümkün ve meşrû görünmektedir

Aslî ve tabii ihtiyaç kavramının ve bu konudaki ölçülerin zamanın, çevrenin ve şartların değişmesi ile değişebileceği doğrudur Ancak insanın her arzu ettiği şey de zaruri ihtiyaç değildir İsrafın yaygınlaştığı, insanların âdeta her şeyin en iyisini tüketme yarışına girdiği ve lüks eşyanın neredeyse ihtiyaç haline geldiği günümüzde temel ihtiyaç maddelerinin belirlenmesinin kişilerin kendi sosyal çevresine, kültür ve alışkanlıklarına ve kendi tesbitine bırakılmayıp bu konuda toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standardına göre bir belirlemeye gidilmesi gerekir Klasik dönemde fakihlerin ileri sürdüğü ölçüler de bir bakıma -o dönemler itibariyle- böyle bir işlev görmüştür


4 Nisab Sözlükte “sınır, işaret, asıl ve kök” anlamlarına gelen nisab kelimesinin terim anlamı; zekâtın vücûbuna alâmet ve ölçü olmak üzere tesbit edilen belirli bir miktardır

Zengin olmanın asgari sınırı veya asgari zenginlik ölçüsü diyebileceğimiz nisab, zekâta tâbi her mal için, Hz Peygamber tarafından gösterilmiştir Bu asgari sınırlar bir açıdan o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü göstermekle birlikte ileri dönemlerde de şer`î belirleme (mukadderât-ı şer`iyye) sayılarak zekât nisabı adıyla aynen korunmuştur Bu itibarla fakihler, toprak ürünleri hariç, zekâta tâbi bütün mallarda nisabın şart olduğunda görüş birliğine varmışlardır Hadislerde nisab miktarları şu şekilde gösterilmiştir:

Gümüşte nisab miktarı 200 dirhem, altında 20 miskal, hayvanlarda 5 deve, 30 sığır, 40 koyun, toprak ürünlerinde ise (cumhura göre) 5 vesktir (=buğdayda 653 kg) Ebû Hanîfe'ye göre ise toprak ürünlerinin azı da çoğu da zekâta tâbidir Toprak ürünlerinin zekâtında nisab aranmaz

Nisab miktarlarının belirlenmesinde kullanılan bu malların, o dönemin en yaygın zenginlik aracı olduğu açıktır Nisabın bu mallar üzerinden belirlenmesi usulü, sosyal ve ekonomik şartların fazla değişmediği ileriki dönemlerde de aynen korunmuş ve bu nisab miktarları “belirlenmiş şer`î ölçüler” olarak nitelendirilmiştir Kaynaklar yukarıda ayrı ayrı sayılan ve bugün için aralarında önemli bir değer farkı ortaya çıkmış bulunan nisab miktarlarının Hz Peygamber döneminde birbirine denk olduklarını belirtir O dönemde değişik mallar için belirlenen bu nisab miktarının bir ailenin yıllık ortalama harcamaları tutarı, âdeta asgari geçim standardı olduğu düşünülecek olursa, günümüzde nisab miktarının karı, koca ve çocuklardan oluşan en küçük bir ailenin yıllık asgari harcamaları tutarı olarak belirlenmesi ve böyle bir ölçünün esas alınması isabetli olur Aylık ücretlendirmenin geçerli olduğu kesimler için yıllık ortalama yerine aylık ortalama geçim standardının esas alınması ve buna göre bir çözüm getirilmesi yerinde olur
Zekât müslümanların zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir Böyle bir malî mükellefiyetin konabilmesi için toplumda zenginlik sınırının, daha doğrusu asgari hayat ve geçim standardının belirlenmesine ihtiyaç vardır Modern vergi sistemlerinin, asgari geçim indirimleri tesbit ederek bunları vergi kapsamı dışında saymaları da böyle bir noktadan hareketledir İslâm dini bu durumu kendine özgü ve âdil bir şekilde çözüme kavuşturarak toplumda nisab adı altında böyle bir belirlemeye gitmiş, nisabın üstünde gelir ve serveti olanlardan zekât alıp, nisabın altında gelir ve servet sahiplerini zekâttan muaf tutmuştur

5 Yıllanma Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de, o malın üzerinden bir kamerî yılın geçmiş olması şartıdır ki buna fıkıh ilminde “havelânü'l-havl” tabir edilir

Hz Peygamber, “Üzerinden bir -kamerî- yıl geçmedikçe, o malda zekât yoktur” (İbn Mâce, “Zekât”, 5) buyurmuştur Fakihler, Hz Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn devirlerindeki zekât uygulamalarından hareketle altın ve gümüş para, ticaret malları ve hayvanlarda zekâtın farz olması için “havelânü'l-havl”i şart koşarlar Toprak ürünlerinin zekâtı hasat mevsimi ödeneceğinden onlarda bu şart bahis konusu değildir Madenlerin ve definelerin zekâtı ise elde edildikleri zaman ödenir; bunların üzerinden bir sene geçme şartı aranmaz

Zekâta tâbi olan malların, “havelânü'l-havl” şartına göre iki grupta toplandığı görülmektedir Birinci grupta zekâtın farziyeti için “üzerinden bir kamerî senenin geçmesi” şartı aranan para, ticaret malları ve hayvanlar, ikinci grupta ise bu şartın aranmadığı toprak mahsulleri, maden ve defineler yer alır

Zekât mallarından üzerinden bir yıl geçme şartı arananlarla, böyle bir şart koşulmayan mallar arasındaki farkın yorumu şöyle yapılmaktadır: Havelânü'l havle tâbi mallar ancak bir senede nemâlanır, yani artar, çoğalır, kâr ve gelir getirir Hayvanlar bu müddet içinde yavrulamak suretiyle çoğalır Ticarî yatırımlar kâra dönüşebilir Toprak ürünleri ise hasat mevsimine kadar kendileri gelişme gösterir Bundan sonra artık eksilmeye doğru gider Çoğalsın diye elde bulundurulmaz Madenler de yerden çıkarılıp işlenmekle kâr elde edilir Bu yönüyle madenler, toprak ürünleri gibidir

Zekât mallarının bir kısmında sene geçme şartının arandığı bir kısmında aranmadığı konusunda görüş birliğine varan fakihler, zekâtın vücûb sebebi olan nisabın bu sene içinde ne zaman bulunması gerektiği, ayrıca yeni kazanılan mallarda (mâl-i müstefâd) süre şartının aranıp aranmayacağı konularında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir

Hanefîler'e göre; bir malda zekâtın farz olabilmesi için, o malın hem sene başında ve hem de sene sonunda nisaba ulaşmış olması şarttır Bir kimse sene başında nisab miktarına ulaşan bir mala sahip olsa, bu mal sene içinde nisabın altına düşse, hatta tamamen tüketilse, fakat sene sonunda yine nisab miktarına ulaşsa, sene sonu hesabıyla zekâta tâbi olur Meselâ demir ticareti yapan bir tüccarın deposunda sene başında yüz ton demir varken, sene içinde bunların bir kısmını satış yoluyla tüketse ve yerine elli ton demir alsa, sene sonundaki bu demir ile kasa mevcudunun zekâtını vermekle mükelleftir

Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre; nisabın bütün sene boyunca bulunması gerekir Bir mal sene içinde nisabın altına düşerse, ona zekât vâcip olmaz Bir kimse sene başında nisab veya nisab miktarını aşan bir mala sahip olsa, sene içinde satış ve hibe gibi yollarla bu mal nisabın altına düşse, o kimse nisab miktarı mala sahip olana kadar zekâtla mükellef değildir Zekât miktarı mala sahip olduğu zaman sene geçme şartı tekrar başlar Ancak sene içinde elde edilen ticarî kârlarla, sene içinde doğan hayvanlar bundan müstesnadır Bunlar ana mallara tâbidir


Mâl-i müstefâd; önceden yok iken sonradan ferdin mülkiyetine geçen maldır Maaş, ücret, ikramiye, geçici kazançlar, bağışlar, miras yoluyla edinilen servet vb mâl-i müstefâd kapsamına girer Bu tür gelirlerle ilgili başlıca hükümler şunlardır:

1 Mâl-i müstefâd: Ticaret mallarının kârı, hayvanların yavruları gibi sahip olunan malların nemâlandırılması sonucu ise, eldeki eski mala eklenir Bir yıl şartı da, eldeki eski malın üzerinden bir yıl geçmesi ile gerçekleşmiş olur Bu konuda fakihler arasında görüş ayrılığı yoktur

2 Mâl-i müstefâd eldeki malın cinsinden değil ise cumhura (fakihlerin çoğunluğuna) göre ayrı hükümdedir Ne nisabı tamamlamak ne de yıl şartının gerçekleşmesi için eldeki mala eklenir Meselâ nisab miktarı deveye sahip olan bir kimse, yıl içinde sığır satın alsa, sığır için de ayrıca bir yıl beklemesi gerekir

3 Mâl-i müstefâd; ticarî kârlar ve hayvan ürünlerinin dışında, fakat elde bulunan nisab miktarı malın cinsinden ise; Hanefîler'e göre bu mal eldeki mala eklenerek hepsinin üzerinden bir yıl geçince zekâta tâbi olur Meselâ 5 milyon liralık demir stoku bulunan tüccarın sene içinde eline satış veya bağış yoluyla 50 milyon liralık demir geçse, sene sonunda 55 milyon liralık mal varlığının zekâtını vermesi gerekir

Bu konuda Hanefîler'in görüşü ağırlık taşır Çünkü özellikle günümüzde ticaret sektöründe bir sene içinde pek çok mal el değiştirmekte, kâr ve zarar sene sonu hesaplarında ortaya çıkmaktadır Hangi malın ticareti yapılırsa yapılsın zekâtın matrahı sene sonundaki mal varlığı olmalıdır

6 Borç Karşılığı Olmama Zekâta tâbi mallarda aranan “tam mülk” ve “aslî ihtiyaçlardan fazla olma” şartlarının bir gereği de zekâta tâbi olan malın borç karşılığı olmamasıdır Ancak âlimler, özellikle zâhirî mallarda (açık mallarda) borcun zekâtın gerçekleşmesine mani olup olmayacağı konusunda farklı fikirler ileri sürmüşlerdir

Fakihlerin çoğunluğu “el-emvâlü'l-bâtına” (gizli mallar) adı verilen para ve ticaret mallarının zekâtında borcun etkili olacağında ittifak etmişler, “el-emvâlü'z-zâhire” (açık mallar) denilen toprak ürünleri, hayvanlar ve madenlerde ise borcun, zekâtın vücûbuna mani olup olmadığında ihtilâfa düşmüşlerdir

Hanefîler'e göre borç üç nevidir:
1 Şahıslara olan borçlar
2 Allah hakkı olarak vâcip olup kullar tarafından istenen borçlar Zekât bu nevidendir
3 Kullar tarafından istenmeyen fakat Allah için yerine getirilmesi gereken borçlar Nezir ve kefâret bu çeşit borçlardandır

İlk iki grupta toplanan borçlar zekât mallarının nisabını düşürürlerse, bu mallarda zekât gerçekleşmez Üçüncü grupta toplanan borçlar, zekâtın gerçekleşmesine mani değildir Ayrıca borç hangi neviden olursa olsun, toprak ürünlerinde zekâtın vücûbuna mani değildir

İmam Şafiî'ye göre borç hiçbir malda zekâtın vücûbuna engel olmaz İmam Mâlik'e göre ise sadece parada zekâtın vücûbuna engeldir, nisabı düşürürse zekât farz olmaz

Fakihler arasındaki bu ihtilâf, onların zekâtın sırf ibadet mi yoksa malda fakir için gerçekleşen bir hak mı olduğu noktasında farklı değerlendirmelere sahip olmasından kaynaklanmaktadır

B) GEÇERLİLİK ŞARTLARI
Yukarıda zekâtın vücûb şartlarından, yani bir kimsenin zekâtla mükellef olabilmesi için şahsı ve malı yönünden aranan şartlardan söz edildi Şimdi ise, üzerine böyle bir mükellefiyet terettüp eden müslümanın yapacağı ifanın geçerli olabilmesi için gerekli şartlar, yani klasik ifadesiyle zekâtın sıhhatinin şartları üzerinde durulacaktır Zekâtın, fakihlerce ısrarla üzerinde durulan iki önemli sıhhat şartı vardır Bunlar da mükellefin ibadet niyeti ve yapılan ödemenin ehline temlikidir

a) Niyet
Zekât esasen malî bir ibadettir ve namazla birlikte İslâm'ın iki temelini teşkil eder Namaz bedenî ibadetlerin, zekât da malî ibadetlerin simgesi konumundadır Âyet ve hadislerde zekâtın çok defa namazla birlikte zikredilmiş olması da böyle bir anlam taşır Zekât sadece bir borç değil aynı zaman-da ondan istifade edecek kişilerin bir hakkıdır da Bu sebeple devletin topla-ma ve dağıtma yükümlülüğünü üstlendiği bir nevi vergi olarak da nitelendi-rilir Devlet onu mükelleflerden gerektiğinde zorla tahsil eder Bunlar zekât mükellefiyetinin toplumu ve üçüncü şahısları ilgilendiren yönüdür Bunlara ilâve olarak bir de zekâtın ibadet olması, Allah'ın emrine itaat edilerek, O'na kulluğun bir nişanesi olarak yerine getirilmekte oluşu sebebiyle mükellefin niyet ve kastını, onun iç dünyasını ilgilendiren yönü vardır Bu sebeple de İslâm bilginleri, zekâtta ibadet bilinç ve niyetinin bulunması gerektiğini, ancak bu takdirde zekâtın mükellef açısından geçerli olacağını belirtirler

Zekâtın bu iki yönünü birlikte değerlendiren fakihler diğer ibadetlerde olduğu gibi zekât borcunun ödenmesinde de niyetin şart olduğunda görüş birliğine varmışlar, fakat bu niyetin ne zaman yapılacağında, mükellef adına başkası tarafından yapılıp yapılamayacağında (niyâbet), ayrıca devlet tarafından zorla tahsil edildiğinde zekât borcunun ödenmiş olup olmayacağında farklı görüş ileri sürmüşlerdir

Hanefîler'e ve Şâfiîler'e göre; kaide olarak niyetin ödeme anında bulunması gerekir Çünkü zekât ibadettir ve ibadetlerde niyet şarttır Fakat ödemeler parça parça yapıldığı için, kolaylık olsun diye niyetin, zekât borcunun çıkarıldığı anda bulunması da yeterlidir Bu oruçta niyetin önceden yapılması gibidir

Zekât verilirken hükmen niyet edilmiş olması da yeterlidir Meselâ mal sahibi niyet etmeden zekât borcunu verdikten sonra henüz mal fakirin elinde iken niyet etmesi, yahut vekile vermesi anında niyet ettiği halde vekil zekât borcunu öderken niyet etmemesi gibi durumlarda niyet hükmen var sayılır Çünkü emreden kişinin niyeti esastır

Hanefî mezhebinde müftâ bih (kendisiyle fetva verilen) görüşe göre zekât memuru açık mallardan (el-emvâlü'z-zâhire) zekâtı zorla almış ise, mükellefin üzerinden zekât borcu düşer, gizli mallardan zorla zekât alındı ise zekât borcundan mükellef -niyet etmemiş ise- kurtulamaz

Şâfiîler'e göre; tercih edilen görüş -Hanefîler'de olduğu gibi- niyetin zekât borcunu çıkarma anında yapılabileceğidir Çünkü niyeti zekât borcunu hak edenlere verirken şart koşmak güçlük doğurur Onun için malında vekil tayin eden kişinin devir esnasında zekâta niyet etmesi yeterlidir

Şâfiîler çocuk ve akıl hastasının mal varlığından velî ve vasîlerinin zekât ödemekle mükellef oldukları görüşündedir Bu durumda veli veya vasî onlar adına zekât öderken niyet edeceklerdir

Mâlikîler'e göre mükellef zekât malını ayırırken, bu malın verilmesinden az önce veya verilirken niyet edilmesi câizdir Hanbelîler'in görüşü de buna yakındır Onlara göre mal sahibinin niyeti esas olup zekât memurunun niyeti onun yerine geçmez

b) Temlik
Zekâtı, ona ehil olanlara vermek yani onların mülkiyetlerine geçirmek (temlik) şarttır Bu şart iki unsur içerir; birincisi temlik işlemi, ikincisi ise temlikin yapıldığı şahsın zekâtı almaya ehil oluşu Fakihlerin temlik terimine genelde bir malın mülkiyetini zekât alacak şahsa doğrudan nakletme işlemi şeklinde dar bir anlam verdiklerini belirtmek gerekir Bu itibarla bir kimse zekât niyetiyle bir fakir veya yetimin karnını doyursa bu zekât borcunu ortadan kaldırmaz Ancak zekâta niyet edilerek, onlara gıda maddeleri verilse zekât ödenmiş olur Çünkü zekât niyetiyle fakire, yetime mal vermek temliktir Böylece onlar kendi malından yemiş olur

Klasik dönem İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre cami, okul, yol, köprü, çeşme yapımı gibi hayır kuruluşlarına zekât verilmez; ölü kefenleri alınmaz ve ölülerin borçları zekâtla ödenmez Çünkü bu durumlarda temlik gerçekleşmez; yani zekât, borcu ödenen kişinin mülkiyetine geçmemektedir Hayır kurumlarına zekâtın dışında bağışlar şeklinde yardımlar yapılmalı, zekât ise sadece fakirlere verilmelidir Çünkü İslâm dininde imkânı olan müslümandan sadece zekât borcunu vermesi değil, bunu da aşarak Allah'ın kendisine verdiği malını hayırlı faaliyetlere sarfetmesi istenmektedir

İslâm'ı yaymak, korumak, müslümanlara düşmanlarından zarar gelmesini önlemek amacıyla yapılan harcamalar zekât yerine geçer Çağımızda yoksullara ve âcizlere bakmak için kurumlar oluşturulmuştur Bu kurumlara da zekât verilir ve bu vekâleten veya dolaylı temlik sayılır

Temliki dar mânasıyla alan fakihler bir fakiri zekâta mahsup olmak üzere bir dairede oturtmakla da zekât borcunun ödenmiş olmayacağını, çünkü bunun temlik sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir Ancak evin kullanımının ekonomik bir değerinin bulunduğu, fakirin evde oturduğu müddetçe onun kullanım (menfaat) mülkiyetine sahip olduğu ve bu açıdan temlikin gerçekleştiği düşünülürse araya göstermelik bir para alışverişinin girmesine gerek olmadığı görüşü daha doğrudur

Zekât usul (baba, anne, dede, nine) ve fürûa (çocuk ve torun) verilemez Çünkü zekât verenle usul ve fürûu arasında çok sıkı bir mülkiyet bağı ve menfaat ortaklığı vardır Dolayısıyla burada tam anlamıyla temlik gerçekleşmez Aynı şekilde kişi zekâtını karısına da veremez Ebû Hanîfe'ye göre kadın da zekâtını kocasına veremez

Fakir bir kimsede alacağı olan zengin ona, “Alacağımı sana zekât olarak veriyorum” dese temliki dar ve formel (şeklî) mânada anlayan fakihlere göre bu şekilde zekât borcu ödenmiş olmaz Çünkü zengin zekât borcunu fakirin eline teslim etmedikçe temlik gerçekleşmez ve borçtan kurtulmaz Ancak temliki geniş mânasıyla alırsak bu da bir nevi temliktir, zekât yerine geçer Bunun için de borçlu, borcunu alacaklıya ödeyip sonra tekrar zekât olarak ondan alması şeklinde bir şeklî ve dolaylı işleme gerek yoktur

Yapılan bir harcamanın veya ödemenin fıkhen zekât sayılabilmesi için fakihlerce ileri sürülen niyet ve ehline temlik şartları netice itibariyle hem zekâtı verenin bilinçli ve iradî şekilde hareket etmesini sağlamaya hem de fakirin haklarını korumaya mâtuf tedbirler olarak anlaşılmalıdır Fakihlerin temlik terimini dar mânasıyla ve şeklî bir işlem olarak yorumlamaları da esasen fakirin hakkını gözetmeye yönelik bir çaba olmakla birlikte bu yaklaşım bazan gülünç hilelerin de yolunu açmaktadır Doğru olanı, temlike geniş mâna verilmesi ve dolaylı temliklerin yeterli sayılmasıdır

Borçlu, zengin alacaklısına “Bana zekâtını ver, senin borcunu ödeyeyim” dese alacaklı da zekâtını ona verse, zekât borcunu ödemiş olur Borçlu onu aldıktan sonra kendi borcunu ödemek zorunda değildir Ama borç yerine, aldığı zekâtı verirse borcunu ödemiş sayılır

Temlikin gerçekleşmesinde gözetilen ikinci husus ise, temlikin zekâtı hak edenlere yapılmasının şartıdır Bu itibarla zekât zenginlere ve onların küçük çocuklarına verilemez Çünkü onlar zekâta ehil değildir Zenginin yetişkin çocuğu, nafakası babasına ait de olsa, zengin sayılmaz Zenginin fakir karısı da böyledir

Hz Peygamber kendi soyuna zekât verilmesini yasakladığı için zekât Hâşimoğulları'na da verilemez Böylece Hz Peygamber bir devlet gelirini hak da etseler- sülâlesine yasaklayan tek tarihî şahsiyettir Belki de o, bu uygulaması ile zekât mallarına göz diken kötü kişilerin çeşitli istismarlarına mani olmak istemiş ve zekât gelirlerini Hâşimoğulları'na yasaklamıştır Hâşimoğulları; Hz Ali, Abbas, Ca`fer Tayyâr, Akýl ve Hâris b Abdülmuttalib soyundan gelenlerle bunlar tarafından hürriyete kavuşturulan kişilerdir

kaynak: diyanet işleri başkanlığı İlmihali

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


> 1 <