> 1 <
Kırık Link Bildir! #343222 03-09-2009 18:04 GMT-1 saat
Tevekkül, lügatte dayanma, güvenme, vekîl tutma ve vekîle güvenme demektir. Tasavvufta ise, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin yalnız O'na güvenmesi ve O'na sığınmasıdır.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-'a elindeki asâyı sormuş, sonra «At onu elinden!» diye emretmiştir. Çünkü asâ, O'nun Allâh'a olan tevekkülünü gölgelemekteydi.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
وَعلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
İnananlar ancak Allâh'a tevekkül etsinler! (İbrâhîm, 11; et-Tevbe, 51)
وَعَلَى اللهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
Eğer mü'minler iseniz, yalnız Allâh'a tevekkül edin! (el-Mâide, 23)
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ
Kim Allâh'a tevekkül ederse, Allâh ona yeter!.. (et-Talâk, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
Eğer siz Allâh'a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok olarak dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız! (Tirmizî Zühd, 33; İbni Mâce, Zühd, 14) buyrulmaktadır.
Tevekkül, tedbîr ve teşebbüsleri bir kenara atmak değil, bilakis onlara istinâd ettikten sonra Allâh'ın kudret tecellîsine sığınmaktır. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
(Hakkında vahiy gelmeyen) bir iş husûsunda onlarla (mü'minlerle) istişâre et! İstişâreden sonra karar verip azmedince de (artık) Allâh'a tevekkül et! (Âl-i İmrân, 159)
Müsebbibü'l-esbâb, Cenâb-ı Hak'tır. O, dilediği zaman, yürüyen tabiat kânunlarının dışında da hükmünü icrâ eyler:
Nitekim, Hazret-i Âdem'i topraktan, zevcesi Havvâ'yı da O'nun cesedinden yaratmıştır.
İzdivâc kânûnuna aykırı bir şekilde Hazret-i Îsâ'yı babasız olarak Hazret-i Meryem'den meydana getirmiştir.
Hazret-i İbrâhîm'i Nemrûd'un ateşinde yakmamış, ateşe doğrudan doğruya: «Ey ateş! İbrâhîm'e serin ve selâmet ol! emrini vermiştir.
Hazret-i Mûsâ'ya bir asâ darbesi ile denizden karşı sâhile yollar açmış, O'nu ve kavmini bir mûcize ile Firavun'un zulmünden kurtarmıştır.
Hazret-i Üzeyr'i yüz sene uyku hâli ile öldürmüş; bu müddet içinde yanıbaşındaki yemeğini bozulmadan muhâfaza etmiş, ölen eşeğini de, kemiklerine etleri giydirmek sûreti ile diriltmiştir.
Ashâb-ı Kehf'i üçyüz küsur sene gıdâsız, susuz bir şekilde uyku âleminde yaşatmıştır.
O Hâlık Teâlâ Hazretleri, dilediğini su üzerinde yürütür, havada kanatsız uçurur. Gözün görmesini iptal eder. Kalbi bir göz hâline getirir de baş gözüyle görülemeyen âlemleri seyrettirir.
Ancak şuna dikkat etmek lâzımdır ki; ateşin Hazret-i İbrâhîm'i yakmamasını örnek alarak, bir kimsenin kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise hüsrândır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bu husûsu şöyle açıklar:
Allâh yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrâhîm'lik vasfı olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrâhîmler'i tanır ve yakmaz!
Hâsılı bir kimsenin, kemâl sâhibi ve makâmı yüce gerçek büyüklerle kendisini kıyâslaması, yersiz bir cehâlet ve tehlikeli bir âkıbettir. Bize düşen, tedbîr alarak imkânlar dâhilinde çârelere başvurmak, neticesi hakkında tevekkül edip Allâh'a sığınmaktır. Zîrâ tedbîrsiz tevekkülü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yasaklamıştır:
Bir bedevî:
Yâ Rasûlallâh! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum! demişti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de cevâben:
Deveni bağla; ondan sonra tevekkül et! (Tirmizî, Kıyâmet, 60) diye îkâz buyurdular.
Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir sefer esnâsında İslâm ordusunun bulaşıcı hastalık olan bir yere girmesini istemedi. Ordu kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh-:
Yâ Halîfe! Allâh'ın kaderinden mi kaçıyorsun? dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
Hayır, biz Allâh'ın bir kaderinden diğer bir kaderine sığınıyoruz! cevâbını verdi.
Çünkü hadîs-i şerîfte:
Sağlamların yanına hastaları uğratmayın! (Buhârî, Tıb, 53; Müslim, Selâm, 104) buyrularak bulaşıcı hastalıklardan korunmak emredilmiştir.
Mü'minin her iki cihanda yardımcısı Allâh'tır. Kim O'na tevekkül ederse, Allâh ona kâfîdir. Ferdî, ictimâî huzur ve saâdet, O'na dönmekte, O'ndan yardım istemekte, O'na tevekkül etmektedir.
Teslîmiyet, lügatte boyun eğmek, başa gelen hâdiseleri îtirazsız kabûllenmek ve selâmete çıkmaktır. Teslîmiyet, kalbin bir fiili olup Allâh tarafından haber verilen hususlarla alâkalı şüphelerden, ilâhî emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden, ilâhî takdîre ve şer'-i şerîfe îtiraz illetinden kurtulmak demektir.
Teslîmiyet hâli, ancak itmi'nân derecesindeki bir îtimad duygusu sâyesinde gerçekleşebilir. Bu ise îtimâd edilen varlığın, her yönden kendisine güvenilebilecek bir vasıfta olmasını gerektirir. Dolayısıyla teslîmiyeti yalnız Allâh'a hasredebilmek için öncelikle;
Bütün güç ve kudretin sâdece Allâh'a âit olduğuna,
O'nun izni olmadan hiçbir varlığın fayda ya da zarar vermeye güç yetiremeyeceğine,
Her şeyin fânî, ancak O'nun bâkî olduğuna,
Her şeyin O'na muhtaç, O'nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığına,
O'nun bir benzerinin de bulunmadığına kalben îmân etmek ve bu îmânı itmi'nân derecesine ulaştırmak gerekmektedir.
Bu sebeple kulun Allâh'a teslîmiyeti, Allâh hakkındaki bilgisi ve O'na olan îmânı nisbetindedir. Teslîmiyet, kulluğun özünü oluşturması bakımından kalbin Allâh'a olan en mühim yönelişidir. Bu yöneliş îmânla başlar, mârifetullâh arttıkça o da artarak devâm eder.
Hakk'a teslîmiyetin en güzel misâllerinden birini Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- sergilemiştir. Nitekim O'nun kalbinde Allâh'tan başka hiçbir şeye yer yoktu. Fakat melekler:
Yâ Rabbî! İbrâhîm'in canı, evlâdı ve malı var! Sana nasıl «Halîl» (dost) olabilir?! demişlerdi.
Allâh Teâlâ da, üç yerde O'nun îtirazsız teslîmiyetini meleklere göstermişti. Bu imtihanlar ve neticeleri, kıyâmete kadar ümmete misâl olacaktır.
İbrâhîm -aleyhisselâm-, ateşe atılacağı zaman melekler yardımına gelmişti. Ancak O:
Size ihtiyâcım yok! Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir? demiş ve «Allâh ne güzel vekîldir!» diyerek Rabbine sığınmıştı.
O'nun bu teslîmiyetinin mükâfâtı olarak ateşe:
Ey ateş! İbrâhîm'e serin ve selâmet ol! buyrulmuştu.
Yine baba-oğul bir teslîmiyet fezâsında biri kurban etmeye, diğeri ise kurban edilmeye giderken, Rablerine olan bağlılıklarını bozmaya çalışan şeytanı müşterek olarak taşlamışlardı. Böylece onlar, teslîmiyetlerinin en son noktasında iken de ilâhî lutuf ile cennetten kendilerine koç indirilmişti.
İbrâhîm -aleyhisselâm-'ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-'ın üç defa zikri karşısında ehemmiyetsiz hâle gelmiş:
Al bunları götür! demişti.
Ruveym -rahmetullâhi aleyh-, tasavvufu şöyle târif eder:
Tasavvuf, nefsi murâd-ı ilâhîye teslîm etmektir
Kulluk, teslîmiyettir. Çünkü Allâh, kulunun kendisinden başkasına kul olmasını istemez. Hevâ ve hevesinin pençesinden kurtulmasını arzu eder.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُوا إِلاَّ إِيَّاهُ
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi kesin bir şekilde emretti (el-İsrâ, 23)
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَنْ يَهْدِيهِ مِنْ بَعْدِ اللهِ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
Hevâ ve hevesini ilâh edinen ve Allâh'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre dalâlete düşürdüğü, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allâh'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız? (el-Câsiye, 23)
Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itaat işidir. Bu itaat ve teslîmiyet bereketiyle İbrâhîm -aleyhisselâm-'a canı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Hac ibâdeti de, O'nun Rabbine tevekkül ve teslîmiyetinin kıyâmete kadar devâm edecek en güzel bir sembolü oldu.
Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-'ın dili kalbine tercümanlık yaparak dâimâ:
أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Ben âlemlerin Rabbine teslîm oldum! (el-Bakara, 131) demekteydi.
Hazret-i İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-'ın tevekkül ve teslîmiyetlerinin sembolü olan hac, Hakk'a muhabbetle dolu bir kulluk tezâhürüdür. Beşerî sıfatlardan soyunup teslîmiyet ve tevekkül duyguları ile ilâhî mağfiret iklîmine giriştir. Hac, altta ve üstte birer havlu ile, baş ve ayak açık, kulun bütün dünyevî rütbelerden soyunması ve böylece Rabbine gönülden sığınmasını ifâde eden tam bir teslîmiyet hâlidir.
İhramda bir ot bile koparılmayacak, bir kıl düşürülmeyecek ve bir mahlûkat avlanmayacaktır. Bu ibâdetin îfâsı esnâsında rafes, fısk ve cidâl[1] yasaktır. Yalnız Yaratan'dan dolayı yaratılanlara sevgi, merhamet ve nezâket vardır.
İşte hac ibâdeti de bizlere gösteriyor ki, günahların dökülüşü, ancak Hakk'a yalvarış, tevekkül ve teslîmiyetle yapılan bir ibâdet bereketiyle gerçekleşir.
Rabbimiz, bizlere tevekkül ve teslîmiyet içinde bir ömür nasîb eylesin! Yegâne sığınağımız ve barınağımız yalnız yüce Zât-ı İlâhî'si olsun! Hisseden bir gönül ile haccedebilmeyi cümlemize nasîb eylesin!
Âmîn!..
---------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Bkz. Bakara Sûresi, 197. Rafes: Cinsî münâsebette bulunmak, bu konuyla ilgili sözler sarfetmek ve hattâ her nevî kötü söz söylemek gibi mânâlara gelmektedir. Fısk: Her türlü günah fiiller. Cidâl: Lüzûmsuz münâkaşa ve tartışmalar.
Bunu ilk beğenen siz olun
Hata Oluştu